Omur Yilmaz - omury.cy@gmail.com
Bir iki haftadır bilgisayarımda
açık duruyor “Toplumun Bedenim Üstündeki Egemenliği” başlıklı yarım kalmış bir
yazı. Özelimi paylaşarak mı yoksa kendime dokundurmadan mı yazsam ikilemini
kendi içimde çözmeye çalışırken, Erdoğan’ın “kürtaj cinayettir” yorumunu
yapması ve bu konunun tartışılmaya başlanması üzerine artık oturup yazmam şart
oldu.
“Özel olan politiktir,”
feminizmin en yaygın sloganlarından biridir. Bu duruşun feminist yorum ve
uygumalarda çeşitli önemli sonuçları vardır. Erkek egemen sistemin ikili
ilişkileri ve aile ilişkilerini “özel” olarak niteleyip, toplumsal meselelerin
ve devlet sorumluluğunun dışında bırakmasına bir karşı duruştur öncelikle.
Örneğin, aile içinde ve eşler arasında yaşanan şiddetin “özel” bir mesele
olmadığını, kaynağının erkeğin kadın üzerinde iktidarını öngören ve
meşrulaştıran cinsiyetçi sistem olduğunu, toplumun ve devletin kadın ve
çocukların aile içinde yaşadıkları şiddete müdahale etmekle yükümlü olduğunu
vurgular. Bu yaklaşım kadına, yaşadığı şiddetin kendinden kaynaklanmadığını,
utanılacak birşey olmadığını, her kadının farklı şekil ve boyutlarda bu şiddeti
yaşadığını, özgürleşme ve eşitliğin dayanışma ve politik bir mücadeleyle,
sistemin değişmesiyle geleceğini söyler.
Buna bağlı olarak, kadınların
güçlenmesi ve şiddetle mücadele etmek için yapılan feminist alan çalışmalarında
“kurtulmuş” kadın-“mağdur” kadın ayrımının yapılamayacağı esas alınır.
Cinsiyetçi sistem var oldukça, her kadın, toplumun “erkeklik” kalıplarına uymayan
her erkek ve iki-cinsiyet şablonuna uymayan her birey farklı şekil ve
boyutlarda şiddet ve ayrımcılık yaşayacaktır. Bu yüzden feminist aktivistler
İngilizce’de “victim” (mağdur veya kurban) kelimesi yerine, “survivor” (ayakta
kalan, hayatta kalan) kelimesini kullanırlar. Bu sistem içinde ayakta durmayı,
yaşayabilmeyi, kendini bir şekilde var edebilmeyi başaran herkes “survivor”dur.
Her “survivor”ın diğerlerinden öğrenecek birşeyi vardır ve ancak herkes kendi
yaşadığı şiddet ve ayrımcılıkla yüzleştikçe, paylaştıkça ve bu farkındalıkla
dayanışma ağları kurdukça değişecektir sistem. Dilin, olayları ve kişileri
hangi kelimelerle tanımladığımızın çok büyük etkisi vardır geliştirdiğimiz
mücadelelerin şekillenmesinde. “Survivor” kavramını türkçeleştirip yaygınlaştıramamış
olmanın da etkisiyle, kendisini “kurtulmuş” varsayıp, başkalarına
“kurtarıcılık” yaptığını zanneden ve böylece hiyerarşi ve baskıya dayalı ilişki
şekillerini yeniden yaratan “feminist”ler hala çoğunluktadır maalesef bu
coğrafyada.
Bundan birkaç ay önce kadına
yönelik şiddetin tartışılacağı bir televizyon programına katılmıştım. 5
dakikalık program arasında, program konuklarından biri olan ve o dönemde
Kıbrıs’ın kuzeyinde var olan tek sığınma evinin yöneticiliğini yapan bir kadın,
sığınma evinde kalan bir genç kadın hakkında yakınmaya başladı. Aile baskısı ve
şiddetinden kaçan hamile, bekar bir genç kadın. “Her gün saatlerce oturup
anlatıyorum ona neden kürtaj olması lazım, sonra ‘tamam mı?’ diyorum, yine ille
de doğuracağım diyor. Nasıl doğuracak? Ne yapacak? Çok zaman kalmadı, lazım
ikna edelim” gibi bir konuşma yapıyor. Kendini “kurtulmuş” zannedip bu
“zavallı” kızı kendi doğruları çerçevesinde “kurtarma” rolünü üstlenmiş. Ben
daha bu duyduklarımın şoku içindeyken, yine program katılımcısı olan genç
psikiyatrist bir kadın “Ben geleyim konuşayım, ikna ederim onu!” diye atlıyor
konuşmaya. Normalde gördüğüm yanlışlık ve haksızlıklar karşısında kendimi
zorlasam da sessiz kalmayı beceremem. Duyduklarım karşısında, 2007 yılından
beri feminist ilkeler çerçevesinde alanda, yaşadığı şiddeti fark edip bununla
mücadele edebilmek için destek talep eden kadınlarla çalışan biri olarak neye
uğradığımı şaşırdım. Yargılamamak, “kurtarıcı” rolüne girmemek ve reçete
vermemek bu alandaki çalışmaların önde gelen prensiplerini oluşturur. Duyduklarıma
inanamadım. Nerden başlasam, ne desem bilemedim. İlgili kurumun sığınma evi ve
kadına yönelik şiddet konusunda yaptığı çalışmalara gönüllü destek
olabileceğimi, tecrübelerimi paylaşabileceğimi söylemiştim daha önce ama hiçbir
zaman böyle bir talep gelmedi. O gün sessiz kalmasaydım birşey değişir miydi?
Bir farkındalık yaratabilir miydim? Emin değilim… Yine de sonradan çok
sorguladım, çok suçladım kendimi. Kim bilir neler yaşanıyor mesai saatleri
sonrası kadınların kilitlenip hapsedildiğini duyduğumuz bu “sığınma evi”nde?
“Özel olan politiktir” söyleminin
bir uzantısı da feminist araştırma ve bilgi üretiminde bireylerin, özellikle de
geleneksel resmi söylemlerde ve tarihte sesleri hiç duyulmayan kadınların
“özel” deneyimlerinin önemli bir yeri olmasıdır. Toplumun “özel” olarak
belirlediği alanlarda yaşadığımız birçok sorununun kökünde nasıl toplumsal
değerler ve düzenlemeler yatıyorsa, politik değişim (yani bu değerlerin ve
düzenin değişimi) de ancak bu “özel” alanlarda yaşanan baskının, şiddetin, hak
ihlallerinin ve bunların altında yatan sistemik etkenlerin ortaya konmasıyla
mümkün olacaktır.
Bu yüzden de kürtaj konusunu
irdelemeye kendi “özel”imden başlıyorum, hem toplumsal değişim hem bireysel
yüzleşme ve iyileşme için… Bedenimin benim olduğu bilincini ve bedenimle
barışık olmayı hep teşvik eden bir aile ortamında büyümeme rağmen, toplumun
bedenim üzerinde kurmaya çalıştığı egemenliğin etkilerini hissettim hep. Hatta
belki de bu ikisinin çözümsüz çelişkisi yatıyordu “özel” hayatımda yaşadığım
gel-gitlerde. 20’li yaşlarda uzun bir birlikteliğin ardından toplumun “artık
evlenmelisin” baskısından etkilenip bir evlilik yaptım, benim için doğru bir
adım olmadığını bile bile. Sonrasında “evlendim ama çocuk yapmayacağım, ben
biyolojik olarak anne olmak istemiyorum” diyerek direnmeye çalıştım toplumun
“özel”im ve bedenim üzerinde kurmaya çalıştığı iktidara karşı. O zamanlar en
azından bilinçli olarak feminist bir gözle bakmıyordum dünyaya. Baksaydım da birşey
değişir miydi bilmiyorum.
Yıllar sonra cinsiyetçi sistemin
ve bunu içselleştirmiş toplumun bedenim üzerinde kurmaya çalıştığı tahakküm tam
zıt bir şekilde gösterdi kendini. Bu defa doğurmaya değil, doğurmamaya
zorlayarak…
Dünyada 1960’lı yıllarda başlayıp
1970’lerin sonlarına kadar devam eden İkinci Dalga Feminizm’in en önemli
kazanımlarından biri üreme hakları ve cinsel haklar alanında oldu. Kadının ne
zaman ve kaç tane çocuk doğuracağı onun kararı olmalıydı. Mücadele daha çok
kürtaj hakkı üzerinden yürütüldü. 19. Yüzyıl’da gelişmekte olan birçok ülkede
kürtaj yasaklanırken, 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısında Amerika ve Avrupa’nın
birçok ülkesinde kadınlar bedenleri üzerindeki bu hakkı geri aldılar.
Türkiye’de 1965 yılında çıkan bir yasayla kadınlara sadece tıbbi zorunluluk
hallerinde kürtaj hakkı tanınırken, 1983 yılında hamileliğin ilk 10 haftasında
herhangi bir tıbbi gerekçe olmadan kürtaj hakkı geri verildi. Kıbrıs’ın
kuzeyinde şu anda var olan düzenleme de bunun gibidir. Kıbrıs’ın güneyinde ise
1974 yılına kadar kürtaj tamamen yasakken, savaş döneminde yaşanan
tecavüzlerden dolayı yasa değiştirilmiş, ancak sadece tecavüz gibi durumlarda
ve tıbbi zorunluluk hallerinde kürtaja yasal olarak izin verilmiştir.
Kadının herhangi bir tıbbi
zorunluluk veya tecavüz gibi bir durum olmaksızın kendi talebi üzerine kürtaj
olabilme hakkının gerekliliği tartışılmazdır. Bu, kadının kendi bedeni
üzerindeki egemenliğinin vazgeçilmez bir parçasıdır. Ancak, cinsiyetçi sistemin
ve değerlerin hayatın her alanını yönlendirmeye devam ettiği bir toplumda kürtaj
hakkı ne demektir? Kürtaj hakkı kendi başına kadının bedeni üzerinde hak sahibi
olduğunun göstergesi olabilir mi?
Lise çağında bir genç kız
düşünelim. Evli değil, ortaokul-lise çağında, henüz 18 değil. Ebeveynlerinin
“rızası” yasal olarak kürtaj için yeterlidir. Farz edelim bebeğini aldırmak
istemiyor, bu toplumda böyle bir seçeneği var mı? Ebeveynlerini de razı etti
diyelim, bu toplumda “babasız” bir çocuğa ve “kocasız” bir anneye yer var mı?
Farz edelim “baba” da çocuğu istedi, evlendiler. Yasalarımız nişanlı veya
nikahlı bireylerin okula devam etmesine izin vermiyor. Çocuğu doğurmak
istiyorsa ve ailesini buna ikna edebilirse, eğitim hakkından ve bunun ilerde
getireceği tüm hak ve özgürlüklerden vazgeçmesi gerekecek.
Bir de 30’lu yaşlarında ekonomik
özgürlüğünü kazanmış, kendi ayakları üzerinde durabilen, kadın ve çocuk hakları
alanında çalışan, feminist bir kadın düşünelim. Ben… Bir yıldan fazla süren,
karşılıklı saygı ve sevgiye dayalı olduğunu düşündüğüm bir birlikteliğin medeni
bir şekilde sonlanmasından birkaç gün sonra hamile olduğumu öğrendim. Toplumun
bazı cinsiyetçi kurallarını yıkmayı becerip, bir evi ve hayatımın birçok
alanını paylaştığım bir ilişkiydi. Birkaç gün kendi içimde muhakeme yapıp anne
olmak istediğime, hamileliği devam ettirmeye ve bu çocuğu gerekirse tek
ebeveynli doğurmaya karar verdikten sonra durumu eski partnerimle paylaştım. Tepki
“tabii ki kürtaj”dı. Zaten “ortada daha çocuk mocuk yok”tu… Ben, toplumdan
gelecek tüm sorgulamaları, yargılamaları göğüsleyip doğurabilirdim bu çocuğu.
Hatta sırf savunduğum feminist ilkelerin örneği olsun diye bile yapabilirdim.
Ama bu toplumda “baba”nın ismi dahil hiçbir sorumluluk ve bağ kabul etmediği
bir çocuk nelerle mücadele etmek zorunda kalacaktı? Neticede, bir hafta boyunca
o güne dek hiç yaşamadığım boyutlarda duygusal ve psikolojik şiddete de maruz
kaldıktan sonra, 9 ay sonra dünyaya gelecek çocuk için en doğrusunun hamileliği
sonlandırmak olduğuna karar verdim. Kürtaj partnerim için çok kolay bir çıkış
yolu, benim için ise yarası derin bir şiddet oldu.
Kürtaj tabii ki kadın haklarının,
kadının doğurganlığı ve kendi bedeni üstünde söz hakkı olmasının vazgeçilmez
bir parçasıdır. Ancak cinsiyetçi sistemin egemen olduğu bir toplumda, kürtajın
bu amaca ne kadar hizmet ettiği de tartışılmalıdır. Sadece kürtaj hakkı için
değil, kadının ne zaman hamile kalacağı, ne zaman doğuracağı üstünde gerçek
anlamda söz sahibi olabilmesi için gerekli tüm şartların gerçekleşmesi için
verilmelidir mücadele. Ve bu mücadele, cinsiyetçi sistem devam ettikçe
hiçbirimizin “kurtulmuş” olmadığını fark ederek güçlenecektir ancak.
Yasaların hala daha tacizi ve
tecavüzü kadın bedenine karşı bir saldırı değil, toplum “ahlak”ına aykırı bir
suç olarak tanımladığı bir toplumda yaşıyoruz. Kadınların her gece yatak
odalarında, sokakta, savaşta yaşadıkları tecavüzlerin gizli kaldığı bir
toplumda. Evlenmeden çocuk doğurmayı bırakın, boşanmış annelerin bile
dışlandığı, yargılandığı bir toplumda yaşıyoruz. Babası “belli olmayan” bir
çocuğun isim takılıp yargılandığı, dışlandığı bir toplumda…
Keşke kürtaj hakkını tanımakla
bitseydi kadının bedeni üzerindeki şiddet, erkeğin ve toplumun kadın bedeni
üstündeki egemenliği. Kadına yönelik ayrımcılık ve şiddeti barındırmadığını,
modern ve ilerici olduğunu iddia eden bu toplumun daha gidecek çook yolu var.
No comments:
Post a Comment