Monday, May 28, 2012

Kürtaj: Toplumun Bedenim Üstündeki Egemenliği


Omur Yilmaz - omury.cy@gmail.com

Bir iki haftadır bilgisayarımda açık duruyor “Toplumun Bedenim Üstündeki Egemenliği” başlıklı yarım kalmış bir yazı. Özelimi paylaşarak mı yoksa kendime dokundurmadan mı yazsam ikilemini kendi içimde çözmeye çalışırken, Erdoğan’ın “kürtaj cinayettir” yorumunu yapması ve bu konunun tartışılmaya başlanması üzerine artık oturup yazmam şart oldu.
“Özel olan politiktir,” feminizmin en yaygın sloganlarından biridir. Bu duruşun feminist yorum ve uygumalarda çeşitli önemli sonuçları vardır. Erkek egemen sistemin ikili ilişkileri ve aile ilişkilerini “özel” olarak niteleyip, toplumsal meselelerin ve devlet sorumluluğunun dışında bırakmasına bir karşı duruştur öncelikle. Örneğin, aile içinde ve eşler arasında yaşanan şiddetin “özel” bir mesele olmadığını, kaynağının erkeğin kadın üzerinde iktidarını öngören ve meşrulaştıran cinsiyetçi sistem olduğunu, toplumun ve devletin kadın ve çocukların aile içinde yaşadıkları şiddete müdahale etmekle yükümlü olduğunu vurgular. Bu yaklaşım kadına, yaşadığı şiddetin kendinden kaynaklanmadığını, utanılacak birşey olmadığını, her kadının farklı şekil ve boyutlarda bu şiddeti yaşadığını, özgürleşme ve eşitliğin dayanışma ve politik bir mücadeleyle, sistemin değişmesiyle geleceğini söyler.
Buna bağlı olarak, kadınların güçlenmesi ve şiddetle mücadele etmek için yapılan feminist alan çalışmalarında “kurtulmuş” kadın-“mağdur” kadın ayrımının yapılamayacağı esas alınır. Cinsiyetçi sistem var oldukça, her kadın, toplumun “erkeklik” kalıplarına uymayan her erkek ve iki-cinsiyet şablonuna uymayan her birey farklı şekil ve boyutlarda şiddet ve ayrımcılık yaşayacaktır. Bu yüzden feminist aktivistler İngilizce’de “victim” (mağdur veya kurban) kelimesi yerine, “survivor” (ayakta kalan, hayatta kalan) kelimesini kullanırlar. Bu sistem içinde ayakta durmayı, yaşayabilmeyi, kendini bir şekilde var edebilmeyi başaran herkes “survivor”dur. Her “survivor”ın diğerlerinden öğrenecek birşeyi vardır ve ancak herkes kendi yaşadığı şiddet ve ayrımcılıkla yüzleştikçe, paylaştıkça ve bu farkındalıkla dayanışma ağları kurdukça değişecektir sistem. Dilin, olayları ve kişileri hangi kelimelerle tanımladığımızın çok büyük etkisi vardır geliştirdiğimiz mücadelelerin şekillenmesinde. “Survivor” kavramını türkçeleştirip yaygınlaştıramamış olmanın da etkisiyle, kendisini “kurtulmuş” varsayıp, başkalarına “kurtarıcılık” yaptığını zanneden ve böylece hiyerarşi ve baskıya dayalı ilişki şekillerini yeniden yaratan “feminist”ler hala çoğunluktadır maalesef bu coğrafyada.
Bundan birkaç ay önce kadına yönelik şiddetin tartışılacağı bir televizyon programına katılmıştım. 5 dakikalık program arasında, program konuklarından biri olan ve o dönemde Kıbrıs’ın kuzeyinde var olan tek sığınma evinin yöneticiliğini yapan bir kadın, sığınma evinde kalan bir genç kadın hakkında yakınmaya başladı. Aile baskısı ve şiddetinden kaçan hamile, bekar bir genç kadın. “Her gün saatlerce oturup anlatıyorum ona neden kürtaj olması lazım, sonra ‘tamam mı?’ diyorum, yine ille de doğuracağım diyor. Nasıl doğuracak? Ne yapacak? Çok zaman kalmadı, lazım ikna edelim” gibi bir konuşma yapıyor. Kendini “kurtulmuş” zannedip bu “zavallı” kızı kendi doğruları çerçevesinde “kurtarma” rolünü üstlenmiş. Ben daha bu duyduklarımın şoku içindeyken, yine program katılımcısı olan genç psikiyatrist bir kadın “Ben geleyim konuşayım, ikna ederim onu!” diye atlıyor konuşmaya. Normalde gördüğüm yanlışlık ve haksızlıklar karşısında kendimi zorlasam da sessiz kalmayı beceremem. Duyduklarım karşısında, 2007 yılından beri feminist ilkeler çerçevesinde alanda, yaşadığı şiddeti fark edip bununla mücadele edebilmek için destek talep eden kadınlarla çalışan biri olarak neye uğradığımı şaşırdım. Yargılamamak, “kurtarıcı” rolüne girmemek ve reçete vermemek bu alandaki çalışmaların önde gelen prensiplerini oluşturur. Duyduklarıma inanamadım. Nerden başlasam, ne desem bilemedim. İlgili kurumun sığınma evi ve kadına yönelik şiddet konusunda yaptığı çalışmalara gönüllü destek olabileceğimi, tecrübelerimi paylaşabileceğimi söylemiştim daha önce ama hiçbir zaman böyle bir talep gelmedi. O gün sessiz kalmasaydım birşey değişir miydi? Bir farkındalık yaratabilir miydim? Emin değilim… Yine de sonradan çok sorguladım, çok suçladım kendimi. Kim bilir neler yaşanıyor mesai saatleri sonrası kadınların kilitlenip hapsedildiğini duyduğumuz bu “sığınma evi”nde?
“Özel olan politiktir” söyleminin bir uzantısı da feminist araştırma ve bilgi üretiminde bireylerin, özellikle de geleneksel resmi söylemlerde ve tarihte sesleri hiç duyulmayan kadınların “özel” deneyimlerinin önemli bir yeri olmasıdır. Toplumun “özel” olarak belirlediği alanlarda yaşadığımız birçok sorununun kökünde nasıl toplumsal değerler ve düzenlemeler yatıyorsa, politik değişim (yani bu değerlerin ve düzenin değişimi) de ancak bu “özel” alanlarda yaşanan baskının, şiddetin, hak ihlallerinin ve bunların altında yatan sistemik etkenlerin ortaya konmasıyla mümkün olacaktır.
Bu yüzden de kürtaj konusunu irdelemeye kendi “özel”imden başlıyorum, hem toplumsal değişim hem bireysel yüzleşme ve iyileşme için… Bedenimin benim olduğu bilincini ve bedenimle barışık olmayı hep teşvik eden bir aile ortamında büyümeme rağmen, toplumun bedenim üzerinde kurmaya çalıştığı egemenliğin etkilerini hissettim hep. Hatta belki de bu ikisinin çözümsüz çelişkisi yatıyordu “özel” hayatımda yaşadığım gel-gitlerde. 20’li yaşlarda uzun bir birlikteliğin ardından toplumun “artık evlenmelisin” baskısından etkilenip bir evlilik yaptım, benim için doğru bir adım olmadığını bile bile. Sonrasında “evlendim ama çocuk yapmayacağım, ben biyolojik olarak anne olmak istemiyorum” diyerek direnmeye çalıştım toplumun “özel”im ve bedenim üzerinde kurmaya çalıştığı iktidara karşı. O zamanlar en azından bilinçli olarak feminist bir gözle bakmıyordum dünyaya. Baksaydım da birşey değişir miydi bilmiyorum.
Yıllar sonra cinsiyetçi sistemin ve bunu içselleştirmiş toplumun bedenim üzerinde kurmaya çalıştığı tahakküm tam zıt bir şekilde gösterdi kendini. Bu defa doğurmaya değil, doğurmamaya zorlayarak…
Dünyada 1960’lı yıllarda başlayıp 1970’lerin sonlarına kadar devam eden İkinci Dalga Feminizm’in en önemli kazanımlarından biri üreme hakları ve cinsel haklar alanında oldu. Kadının ne zaman ve kaç tane çocuk doğuracağı onun kararı olmalıydı. Mücadele daha çok kürtaj hakkı üzerinden yürütüldü. 19. Yüzyıl’da gelişmekte olan birçok ülkede kürtaj yasaklanırken, 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısında Amerika ve Avrupa’nın birçok ülkesinde kadınlar bedenleri üzerindeki bu hakkı geri aldılar. Türkiye’de 1965 yılında çıkan bir yasayla kadınlara sadece tıbbi zorunluluk hallerinde kürtaj hakkı tanınırken, 1983 yılında hamileliğin ilk 10 haftasında herhangi bir tıbbi gerekçe olmadan kürtaj hakkı geri verildi. Kıbrıs’ın kuzeyinde şu anda var olan düzenleme de bunun gibidir. Kıbrıs’ın güneyinde ise 1974 yılına kadar kürtaj tamamen yasakken, savaş döneminde yaşanan tecavüzlerden dolayı yasa değiştirilmiş, ancak sadece tecavüz gibi durumlarda ve tıbbi zorunluluk hallerinde kürtaja yasal olarak izin verilmiştir.
Kadının herhangi bir tıbbi zorunluluk veya tecavüz gibi bir durum olmaksızın kendi talebi üzerine kürtaj olabilme hakkının gerekliliği tartışılmazdır. Bu, kadının kendi bedeni üzerindeki egemenliğinin vazgeçilmez bir parçasıdır. Ancak, cinsiyetçi sistemin ve değerlerin hayatın her alanını yönlendirmeye devam ettiği bir toplumda kürtaj hakkı ne demektir? Kürtaj hakkı kendi başına kadının bedeni üzerinde hak sahibi olduğunun göstergesi olabilir mi?
Lise çağında bir genç kız düşünelim. Evli değil, ortaokul-lise çağında, henüz 18 değil. Ebeveynlerinin “rızası” yasal olarak kürtaj için yeterlidir. Farz edelim bebeğini aldırmak istemiyor, bu toplumda böyle bir seçeneği var mı? Ebeveynlerini de razı etti diyelim, bu toplumda “babasız” bir çocuğa ve “kocasız” bir anneye yer var mı? Farz edelim “baba” da çocuğu istedi, evlendiler. Yasalarımız nişanlı veya nikahlı bireylerin okula devam etmesine izin vermiyor. Çocuğu doğurmak istiyorsa ve ailesini buna ikna edebilirse, eğitim hakkından ve bunun ilerde getireceği tüm hak ve özgürlüklerden vazgeçmesi gerekecek.
Bir de 30’lu yaşlarında ekonomik özgürlüğünü kazanmış, kendi ayakları üzerinde durabilen, kadın ve çocuk hakları alanında çalışan, feminist bir kadın düşünelim. Ben… Bir yıldan fazla süren, karşılıklı saygı ve sevgiye dayalı olduğunu düşündüğüm bir birlikteliğin medeni bir şekilde sonlanmasından birkaç gün sonra hamile olduğumu öğrendim. Toplumun bazı cinsiyetçi kurallarını yıkmayı becerip, bir evi ve hayatımın birçok alanını paylaştığım bir ilişkiydi. Birkaç gün kendi içimde muhakeme yapıp anne olmak istediğime, hamileliği devam ettirmeye ve bu çocuğu gerekirse tek ebeveynli doğurmaya karar verdikten sonra durumu eski partnerimle paylaştım. Tepki “tabii ki kürtaj”dı. Zaten “ortada daha çocuk mocuk yok”tu… Ben, toplumdan gelecek tüm sorgulamaları, yargılamaları göğüsleyip doğurabilirdim bu çocuğu. Hatta sırf savunduğum feminist ilkelerin örneği olsun diye bile yapabilirdim. Ama bu toplumda “baba”nın ismi dahil hiçbir sorumluluk ve bağ kabul etmediği bir çocuk nelerle mücadele etmek zorunda kalacaktı? Neticede, bir hafta boyunca o güne dek hiç yaşamadığım boyutlarda duygusal ve psikolojik şiddete de maruz kaldıktan sonra, 9 ay sonra dünyaya gelecek çocuk için en doğrusunun hamileliği sonlandırmak olduğuna karar verdim. Kürtaj partnerim için çok kolay bir çıkış yolu, benim için ise yarası derin bir şiddet oldu.
Kürtaj tabii ki kadın haklarının, kadının doğurganlığı ve kendi bedeni üstünde söz hakkı olmasının vazgeçilmez bir parçasıdır. Ancak cinsiyetçi sistemin egemen olduğu bir toplumda, kürtajın bu amaca ne kadar hizmet ettiği de tartışılmalıdır. Sadece kürtaj hakkı için değil, kadının ne zaman hamile kalacağı, ne zaman doğuracağı üstünde gerçek anlamda söz sahibi olabilmesi için gerekli tüm şartların gerçekleşmesi için verilmelidir mücadele. Ve bu mücadele, cinsiyetçi sistem devam ettikçe hiçbirimizin “kurtulmuş” olmadığını fark ederek güçlenecektir ancak.
Yasaların hala daha tacizi ve tecavüzü kadın bedenine karşı bir saldırı değil, toplum “ahlak”ına aykırı bir suç olarak tanımladığı bir toplumda yaşıyoruz. Kadınların her gece yatak odalarında, sokakta, savaşta yaşadıkları tecavüzlerin gizli kaldığı bir toplumda. Evlenmeden çocuk doğurmayı bırakın, boşanmış annelerin bile dışlandığı, yargılandığı bir toplumda yaşıyoruz. Babası “belli olmayan” bir çocuğun isim takılıp yargılandığı, dışlandığı bir toplumda…
Keşke kürtaj hakkını tanımakla bitseydi kadının bedeni üzerindeki şiddet, erkeğin ve toplumun kadın bedeni üstündeki egemenliği. Kadına yönelik ayrımcılık ve şiddeti barındırmadığını, modern ve ilerici olduğunu iddia eden bu toplumun daha gidecek çook yolu var.

   



No comments:

Post a Comment