Monday, May 14, 2012

"Burası Neverland"


“burası neverland. olmayan ülke.
burda hayallerden başka hiçbirşey gerçek değil.
ve biz neverland çocuklarıyız.”
- Umay Yilmaz

Ömür Yılmaz - omury.cy@gmail.com

Birçok anlamda böylesine hayali bir ülkenin nasıl becerip de içine ettiğimize şaşırmak mı lazım, yoksa ‘başka ne olabilirdi ki?’ mi demek lazım? Hayatımda karşılaştığım her başarısızlık ve hayal kırıklığında neticede dönüp kendime bakmayı, ‘Ben bu yaşadığımdan kendimle ilgili ne fark edebilirim? Nerde, neden yanlış yaptım?’ demeyi ilke edindiğimden olsa gerek, toplumsal sorunlar mevzu bahis olduğunda da ‘Nerde, nasıl hata yaptık?’ sorusunu soruyorum direk. Biz ne yaptık (veya yapmadık) da bu hale geldi bu memleket, bu toplum? Adaletin, hakkın, hukukun ütopikleştiği, her türlü hak ihlalinin, ayrımcılığın, şiddetin, ırkçılığın meşrulaştığı bir memleket… Kendini sadece mevki, para, akıl ermez lüks tüketim ve gösteriş üzerinden var eden hedonist bir toplum… Nasıl böyle olduk?
Sanırım başlangıç noktası, nasıl becerip de içine ettiğimizi sorgulamak yerine, öğrenilmiş çaresizliğimize ve ‘Ne gücümüz var(dı) ki? Rum/Türkiye/İngiltere/Amerika/AB/dünya bizi bu hale soktu’ bahanesine olanca gücümüzle sarılmak oldu. Savaş sonrası konduğumuz ganimetler ve Türkiye’nin bir yandan kendi ayaklarımız üzerinde durmamızı sağlayabilecek tüm altyapıyı çökertirken bir yandan da gerçek anlamda baş kaldırmamızın önüne geçeceğini hesapladığı (ki geçti de) “besleme” politikaları da işin tuzu biberi oldu. Neticede ‘özgürlüğün en büyük düşmanı mutlu kölelerdir’ sözünü doğrulayan bir toplum olduk çıktık.
Şu anda bu toplumda söz sahibi kitlenin büyük kısmının paylaştığı çok derin ve karanlık sırlar üzerine kuruldu bu devlet. 50 yıldır hala daha yüzleşmediğimiz “faili meçhul” cinayetler, kayıplar, yağmalamalar, bombalamalar, provokasyonlarla dolu Kıbrıs Türk toplumunun tarihi. Farklı dönemlerde farklı “düşman”lara karşı yürütülen “toplumsal varoluş” hareketleri içinde toplumun önemli bir kısmı ortak olmuş bunlara, bazen fiilen bazen sessiz kalarak, sağ da “sol” da.
Hükümet ederken de muhalefet ederken de sürdü gitti bu ortaklık. Muhalefette aslan kesilip, ben “sol”um, değişim için geldim diyenler, hükümette büyük bir itaat örneği gösterip statükonun derinleşmesine el ayak oldular, güç ellerine geçmişken “beslenme” pastasından daha çok pay almaya baktılar. Koltuk elden gidince diyebildiler ancak “elimiz kolumuz bağlıydı.” Aynı noktaya geldik: Mutlu kölenin özgürlük neyine?
Demokrasilerde hakkın, hukukun, adaletin bekçiliğini yapmak gibi hayati bir görevi olan örgütlü sivil toplum da parçası oldu bu adı konmayan ortaklığın. Kimisi siyasi partilerin sözcüsü, icraatçısı, savunucusu oldu; kimisi aklı sıra halkın nabzını çalmaya çalışan uluslararası kurumların, fon kuruluşlarının. “Ben hak savunucusuyum” diyenler, “mücadelem emek sömürüsüyle” diyenler, bir yandan sözde isyan ettikleri işgal sisteminin memurları olmaya devam ettiler, bir yandan da ganimet ve emek sömürüsü üzerine lüks hayatlar inşa ettiler. Emeği en çok sömürülenlerin çocuklarının eğitim, sağlık, güvende olma hakları ellerinden alınıyormuş, onlara ne. Devletin okula gitme hakkını gasp etmediği çocuklar okula aç gelip gidiyormuş, kışta giyecek çorapları/hırkaları yokmuş, hayatlarında doktor görmemişler, sanatta/sporda/akademide dahi olabilecek çocuklar sokaklarda harcanıyormuş, beş kuruş ekmek parası için çalıştırılmak üzere okula gönderilmiyorlarmış… Onlara ne. Bunlar, bazıları çaresizlikten, bazıları içinde yaşadıkları toplumun onlara uyguladığı ayrımcılık ve şiddet yüzünden kendilerini suç ortamları içinde bulacak (belki mağdur, belki fail olarak), toplum olarak risk altına soktuğumuz çocuklar. İlerde ırkçılığımızı meşrulaştırmak, pekiştirmek için kurbanlık keçi olarak kullanacağımız çocuklar.
Hal bu iken; bu toplumun, kemikleşmiş bu sistemden nemalanmamış, bu sisteme suç ortaklığı yapmamıs veya “artık yeter, ben ne yapmışım!” deme noktasına gelmiş bireylerden oluşacak, bağımsız olan ve bağımsız kalacak bir halk hareketine ihtiyacı var. Son yıllarda umut veren birkaç girişim çıktı ortaya. Bir tanesi Özgür Kıbrıs’tı. Bir yandan sistemin değişik kanatlarının uyguladığı önemsizleştirme, kendi içine çekme ve yıpratma politikaları, diğer yandan özgürleşemedikçe bu mutluluğun kalıcı olmadığının geniş kitlelere anlatılamamasıyla bu hareket söndü. Geçtiğimiz ay bir grup bağımsız insanın çocuk ihmal ve istismarına karşı yollara dökülmesi, geçtiğimiz günlerde bir grup sanatçı gencin öncülüğünde bağımsız bir halk oluşumunun kimsenin hakkını ihlal etmeden, yaratıcı eylemlerle Lefkoşa’nın halini protesto etmesi (örgütlü “sol”un tüm yıpratmaya yönelik müdahalelerine rağmen), tabanda kaynamaya başlayan rahatsızlığın ve değişim talebinin göstergeleriydi diye umuyorum.
Ve bir süredir twitter’de oluşmaya başlamış olan, bugün de daha geniş kitlelere açılan “Toparlanıyoruz” hareketi… Tam da acaba ‘Sistem gerçek de ben ve birlikte yürüyebildiğim sayılı birkaç insan mı hayali? Boş yere havanda su mu dövüyoruz?’ diye düşünmeye başlamışken, yeni bir umut ışığı. Sistemin değişik kanatlarından gelen telaş sesleri de umuduma umut kattı. Hade artık, uyanalım! 

No comments:

Post a Comment