Ömür Yılmaz - omury.cy@gmail.com
2008 yılında Kıbrıs’a döndüğümden beri 1 Mayıs yürüyüşüne ikinci kez katıldım bu yıl. Birincisi 2009 veya 2010 yılındaydı. O zamanlar, Kıbrıs’ın kuzeyinde ötekileştirme, ayrımcılık ve şiddetin her türüne karşı ortak bir ses oluşturabilecek bağımsız bir feminist hareketin gelişip güçlenebileceğine dair bir umudum vardı. Oluşacağını umduğum o sesi temsilen katılmıştım ilk 1 Mayıs’a. Aradan geçen birkaç yıl, siyasi öncelik ve kaygıların toplumun büyük çoğunluğunda olduğu gibi kendisini feminist olarak tanımlayan kitlenin içinde de ilkelerin önüne geçtiğini ve böyle bir birlikteliğin en azından bu noktada mümkün olmadığını gösterdi.
Feminizm her türlü sömürü,
egemenlik ve güç ilişkisine karşı durur—erkeğin diğer cinsiyetler üzerinde, heteroseksüellerin
farklı cinsel yönelimli bireyler üzerinde, yetişkinlerin çocuklar üzerinde, bir
etnik grubun başka etnik gruplar üzerinde, “yerli”lerin “göçmen”ler üzerinde,
sermayenin emekçiler üzerinde, insanın doğa üzerinde, bir ülkenin başka bir
ülke üzerinde… Şiddetsizliği, insan haklarını, sosyal adaleti esas alır. Feminizm
politiktir. Ancak politik olmak siyasi/partizan olmayı gerektirmez. Tam
tersine, feminist olmak bağımsız durmayı, feminist ilkeler çerçevesinde
gerektiğinde herkesi eleştirebilmeyi ve dini, dili, ırkı, cinsel kimliği,
siyasi görüşü ne olursa olsun herkesin hakkını savunabilmeyi gerektirir.
Mustafa Diker’in cinayeti ve
toplumun değişik kesimlerinin tepkileri, veya tepkisizlikleri, bize bu bakışın
Kıbrıs’ta ne kadar eksik ve gerekli olduğunu bir kez daha gösterdi. Toplumsal
Cinsiyet ve Azınlıklar Enstitüsü olarak uzun süredir bu ülkede özellikle göçmen
çocukların maruz kaldığı ayrımcılık, şiddet ve ihmali değişik platformlarda
dile getiriyoruz. Bu çocukların haklarını savunma mücadelemizde ne devlet
kanadında ne sivil toplum tarafında destek bulabildik. Çocukların eğitim
haklarını savunurken, “bunlar bizim çocuklarımız değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin
sorumluluğu” diyen, kendilerinin de çocuk haklarını gözeten eğitmenler
olduklarını iddia eden kamu yetkilileri tarafından Eğitim Bakanlığı’ndan
kovulduk. Öğretmen sendikaları da bunu kendilerini ilgilendiren bir mesele
olarak görmediler. Toplum olarak bu çocukların yaşadıkları ayrımcılık ve
şiddetin ne sonuçlar doğurabileceğini, hem devlet hem toplum olarak çocuklarımızı korumaktan aciz
olduğumuzu görmek için bir çocuğun vahşice öldürülmesine seyirci kalmamız
gerekti.
Ancak Mustafa Diker’in ölümü bile
“Nerde yanlış yaptık? Benzer olayların tekrar yaşanmaması için nasıl önlemler
almalıyız? Biz ne yapabiliriz?” demek yerine, siyasi rant malzemesi olarak
kullanıldı. Hükümet hiçbir sorumluluk kabul etmez, Mustafa Diker’in babasının
ülkeye girişine izin verildiği dönemde hükümette olan CTP’yi hedef gösterirken;
muhalif örgütler de çocuk haklarının korunmasında kendilerine düşen sorumluluğu
görmeyi reddederek bu olayı UBP hükümetine ve Türkiye Cumhuriyeti’ne saldırı
bahanesi olarak kullandılar. Ne ilginçtir sözde Mustafa Diker cinayeti
nedeniyle “İnsan Haklarına ve Yaşama Saygı Yürüyüşü” adıyla yapılan eylemin
basın bildirisinde bir kez bile “çocuk hakları”ndan bahsedilmemesi!
Durum buyken; çocukları, çocuk
haklarını, toplumun ihmal ve istismarını görünür kılmak için katıldık bu yıl 1
Mayıs’a.
Bu ülkede emeği en çok
sömürülenlerin, hakları her gün gasp edilen çocukları için ordaydık;
Çocuk işçiliğine ortam yaratan,
göz yuman sağı, solu, hükümeti, muhalefeti protesto etmek için ordaydık;
Devlet memurları 1 Mayıs
kutlarken, özel sektör çalışanları sendikalaşamadıkları için, var olan
sendikaların en çok sömürülen göçmen işçilerin haklarını görmezden geldikleri
için ordaydık;
Fil dişi kulelerinde oturarak güya
hak savunuculuğu yapan, güya sosyal adalet mücadelesi veren sol’un, “toplumsal
varoluş” kisvesi altında ırkçılığı ve sömürüyü meşrulaştırmasına sessiz
kalmayacağımızı duyurmak için ordaydık…
No comments:
Post a Comment