Son dört yıldır, basında, sosyal
medyada sıkça duyduğum bir iddia ve kullanım var. ‘Türkiye’den buraya getirlen
‘taşıma’ nüfus kültürümüzü bozuyor’. Bu o kadar inanılarak yapılan bir iddiadır
ki, KKTC’de UBP, sonrasında CTP ve şimdilerde yine UBP tarafından yapılan nüfus
politikalarının eleştirisinin de merkezinde oturuyor. Yani, bu ülkede nüfus
politikalarına karşı olmamızın en önemli sebebi bu gelenlerin ‘kültürümüzü
bozmasıdır’. Bir başka değişle buradaki
sorunların hepsi gelenlerin kültürümüzü bozmasındandır.
Ben, bir birey ve bir sosyal bilimci
olarak bu ülkede benimsenen nüfus ve vatandaşlık politikalarına karşıyım.
Vatandaşlıkların verilme biçiminden ve sayısından rahatsızım. Ancak sebebim
yukarıdaki son derece sorunlu ‘kültürel dokumuz bozuluyor’ söyleminden ötürü
değil. Nüfus politikalarına karşıyım çünkü Kıbrıs’ın kuzeyi üretmeyen bir ülkedir
ve bu üretimsizliğin yarattığı sayısız sosyo-ekonomik ve politik sorunlar
mevcuttur. İşsizlik diz boyudur, devlet hastanelerinde yeterli doktor, cihaz,
hemşire ve ilaç bulunmamaktadır. Nüfus artışını kaldırabilecek şekilde okul alt
yapılarımız oluşturulmamıştır, binalar, öğretmenler yetersizdir. Okullarımız
daha var olan çocuklarını tam gün okulda tutamazken, yemekhaneleri, sağlık
merkezleri, ısıtma sistemli sınıfları, okumaya teşvik eden yeterlikte
kütüphaneleri, bilimsel çalışmayı teşvik edecek fen labaratuvarları yokken
öğrenci sayısını arttıracak şekilde nüfus sayısını arttırmak sosyo-ekonomik
sorunlar doğurmaktadır. Bu ülkede koca şiddetinden kadınlar, baba şiddetinden
çocuklar hayatını kaybetmektedir. Her durumda sosyal hizmetler dairesi ve
polisle iletişime geçen mağdurlar devlet tarafından korunamamaktadır. Bu durum,
vatandaşını koruyabilen, aile içi şiddete önlem alabilen bir devlet olmadığını
ispatlarken, koruyamayacağımız insanları vatandaş yapmanın bu devletin harcı
olmadığı ortadadır.
Vatandaşlık vermek ya da ülkenizde çalışmasına olanak
sağlamanız demek, kabul ettiğiniz her bireye en iyi şekilde eğitim, sağlık ve
sosyal hizmeti sunabileceğinizi, ekonomik olarak kalkındırabileceğinizi söz
vermeniz demektir. Vatandaşlıkların ve çalışma izinlerinin her ülkede belli
kriterlere bağlanmasının sebebi de nüfüsun temel ihtiyaçlara dengeli
ayarlanması gereğidir. Aslında yalnızca vatandaşlık ve göç değil, aile
planlaması ve doğum oranlarının düşürülmesi ya da arttırılmasının teşviki de bu
plan dahilinde hayata geçmektedir. Bizimkisi gibi tanınmayan, üretmeyen,
ekonomik gücü olmayan, ekonomik olarak başka bir ülkeye bağlı olan bir
devletleşme çabasındaki birimin vatandaşlık politikalarını sadece ve sadece
iktidar hesapları için düzenlemesi hem hali hazırda burada yaşayanların hem de
buraya giriş verilenlerin haklarını ciddi şekilde ihlal etmektedir.
Yukarıda okuduğunuz sebepler
vatandaşlık politikalarına karşı olmanızın gerek ve yeter koşuludur. Bu sebepler vatandaşlar olarak sizi korumayı
hedeflediği kadar, buraya siyasi çıkar uğruna getirilen insanları da korumayı
hedeflemektedir. Yani vatandaş yapılanları buradaki söylemdeki gibi ‘kültürümüzü
bozmakla’ suçlanmak yerine, var olmayan bir haklar zinciri söz verildikleri
için aslında diğerleri gibi mağdur olarak tanımlamanız gerekmektedir.
İnsanların bir ülkede yasal statüleri olmadan yaşamalarını ele alırken de
‘kültümüzü bozuyorlar’ üzerinden olaya bakmak ve söylem geliştirmek de
haksız ve sorunludur. Sorun ‘kültürünüzü
bozmaları’ değil, yasal statüsüzlüklerinden ötürü sömürülmeye, insan haklarının
ihlal edilmesine açık hale getirilmeleridir. Yasal statü vermediğimiz
insanların çocuklarının okul hakkını savunmadığında ‘kültürümüzü koruduğunu’
sananlar, aynı insanların çöp grevlerinde devletin eliyle kullanılarak çöp
toplattırıldıklarını gördüklerinde iki yönlü hak ihlallerini görmelidirler. Hem grevi yapanların hakları
yenmektedir, hem de yaşam kavgasında iş bulduğu için sevinen insanların aslında
hiçbir temel insan hakkından yararlanamadan (sigorta, sağlık ve çocuklarına
okul hakkı gibi) devlet tarafından ya da zengin kapitalistler tarafından
sömürülmektedir. Yani ‘kültürünüzü
bozanlar’ devletin ve sermayenin elitleridir ve buraya getirdikleri
insanların emeğinin sömürülmesinden para kazanmaktdırlar.
Bu ülkenin maalesef en çok da ‘solcu’ elitleri
‘kültürün bozulması’ söylemi üzerinden kendi hakkını aramaya kalkmaktadır. Hak
arayışı başkalarını rencide ederek ve onların yenen haklarına gözlerimizi
kapatarak yapıldığında yeni haksızlıklardan başka birşey elde edilememektedir.
‘Kültürümüzü bozanlar’ söylemi kendi içinde
sorunlu, insanın dünyaya ait insanlığını inkar eden, dünyaya ait içiçe geçmiş
canlı ve yaşamsal bağlantılardan kopuk bir söylemdir. Bir insan grubunun başka insan
grupları tarafından ‘bozulduğunu’ düşünmesi aslında kendine yüklediği mükemmelliğin,
başkalarına tahammülsüzlüğün, insan olma temelindeki ortaklaşmanın tamamen göz
ardı edildiği anın en üst noktasıdır. Ve doğrusu insan haysiyetini de ayaklar
altına alan bir durumdur. İnsan haysiyetinizi başkaları size saldırdığında
değil, siz onları insanlıklarından çıkarıp sizin ‘saflığınızı’ bozduklarını
söylediğiniz anda yitiriyorsunuz (Ionna Kuçuradi’yi okumanızı tavsiye ederim).
İnsani noktadan bu ‘kültürümü bozdular’ diyenlerin prevasızca, bir utanç
hissetmeden bunu söyleyebilmesini hayretle, hüzünle, kederle karşılıyorum.
Ülkemizde kaanat önderi ‘sivil
toplumcuların’ ya da gazetecilerin sıklıkla kullandıkları ‘kültür’ olgusunun biraz daha iyi anlaşılması
gerekiyor. Kültür ne demektir sorusunu cevaplandırabildiğimizde ‘Dağdan geldi bağdakini kovdu’, ‘köyden indim şehire’,
‘dağdan inme’, gibi dışlayıcı, ötekileştirici sözlerin de azalacağı bir süreç
görmemiz mümkün olacaktır.[i]
Kevin Avruch ve Peter Black gibi
kültürel antropologların vurguladıkları ilk nokta, aslında tek bir sosyal grubun
kültürün ‘otantik’ (orijinal) anlamlarına sahip olduğunu iddia etmesinin
imkansız olduğudur. Çünkü kültür sadece geçmiş nesillerin yarattığı, öğrettiği
ve aktardığı bir olgu değil aynı zamanda mevcut sosyal grupların da oluşturduğu
ve yeniden varettiği bir olgudur. Yani kültürler dinamiktir ve farklı sosyal
grupların olduğu kadar bireylerin olaylar ve olgular karşısında takındıkları
tavır, kullandıkları tercihler ve yetilerini kullanma biçinleri (agency) de bir
kültürü etkilemektedir. Kültürün üç özelliğine dikkatimizi çeken bu
araştırmacılar toplumsal grupları da sadece etnik ya da milli gurplar olarak
ayırmaz. Yani burada sıklıkla yapılan hata gibi bir ‘Kıbrıslılık’ original
kültüründen bahsetmenizin önüne geçen çeşitli ögeler vardır.
Bireylerin din
algısı, ekonomik sınıfını, mesleği, cinsiyeti, cinsel yönelimi, cinsiyet
kimliği, kırsalda mı şehirde mi yaşıyor olduğu onları değişik ve çoklu gruplara
yerleştirir ve bütün bu gruplar da kendi içinde hem kültürel ögeler taşır hem
de kültüre farklı katkılarda bulunur. Bu da içinde yaşanılan homojen gibi
algılanan kültürleri bile aslında ‘çokkültürlü’ algılamamızı gerekli kılar.
Üzerinde durulan bir başka özellik ise, aynı sosyal grubun içindeki insanların,
mesela aynı cinsiyet, cinsel yönelim, ekonomik sınıf ve şehirden gelen
bireylerin dahi kültürü farklı şekillerde algıladıkları, farklı şekilde
yorumladıkları ve farklı çerçevelere oturttuklarıdır. Kültürün otantik olması
iddiasının önüne geçen üçüncü özelliği ise insanların yaşam süreçleri
içerisinde sosyal yaşam içinde edindikleri tecrübelerle kültürü
oluşturduklarıdır. Her ne kadar da gelenek, görenek, adetlerden söz edilerek
kültürü tanımlasak da kültürel antropologların bize sürekli hatırlattığı şey,
kültürün her zaman için esnek, değişime cevap veren ve şartlara göre oluşan bir
yapısı olduğudur. Dışarıdan gelen herhangi bir grup insan olmaksızın değişen
dünya ve ekonomik koşullar çerçevesinde ‘kadınların çalışma hayatında artış
göstermesini boşanmaların sebebi’ olarak gösteren önceki nesiller kültürün
dinamik ve değişken yapısının bir sembolüdür. Kıbrıslı bir kadın ‘bu kadınlar
da en ufacık birşey çekemez oldu, kocası bir
kez aldatsa ya da kızıp bir tokat vursa hemen mahkemeye koşar ayrılmak
ister. Halbuki eskiden kadın kesimi sabırlı olurdu, yuvasını yıkmazdı. Kadınlar
çalışınca, elleri biraz para görünce değiştiler, kültürümüzü de değiştiriyorlar
böyle böyle’ dediğinde ben yirmili yaşlarımın başında, feminist
farındalıklarına yeni yeni uyanan bir genç kadındım. Kadının insan hakları
temelinde yanlıştı söyledikleri. Kültürün değişmesi konusunda ise tamamen
doğruydu tespiti. Kültürlerimiz algılayışlarımızla, insan hakları bakışımızla,
farklı tecrübelerimizle değişmektedir. Değişmesi kaçınılmazdır. Cep
telefonunuz, internetiniz, bedeninizi algılayışınız, sevgiyle tanışmanız,
şiddetle tanışmanız, herşey önce size sonra da içinde yaşadığınız kültüre bir
etkide bulunmakta ve değişimler getirmektedir. Çoğu zaman konuştuğumuz şey
kültürün bozulması değil ‘değişmesi’dir aslında. ‘Kültürünüzün değişmemesini’
istiyorsanız yapabileceğiniz tek şey nefes almayı bırakmaktır. Okumamanız,
televizyon izlememeniz, seyahate gitmemeniz, yeni çıkan marka arabaları satın
almamanız, radyo dinlememeniz, yeni işe başlamış birisiyle sohbet etmemeniz,
yeni anne ya da baba olmuş birisiyle sosyalleşmemeniz, haber, müzik
dinlememeniz, yeni iş sahalarının açılmasına, yeni icatların ülkenize girmesine
izin vermemeniz gerekmektedir. Bunları durduramadığınız sürece kültürünüz beş,
on, yirmi, kırk ya da atmış yıl önce hatırladığınız kültürünüz olmayacaktır.
Kültürel yozlaşma veya bozulma diye
birşey yok mudur o zaman? Mutaka vardır. Ama mahallenize Çin lokantası ya da
dürümcü açıldığında, Afrika’nın renkli elbiseleri ya da başörtülü kıyafetlerle
sokakta gezenler, anlamadığınız bir dili konuşarak yanınızdan geçenler, özgürce
kahkaha atmaktan çekinmeyen kadınlar kültürünüzü ‘bozan’ ögeler değildir.
Sizden farklı olanların sizlerle birlikte varolması, sizden farklı yaşam
biçimlerini benimsemesi sizin kültürünüzü bozmamaktadır.
Bu sadece toplumsal gruplarınızın ve katmanlarınızın arttığı ve içinde
yaşadığınız ülkedeki kültürel ifadelerin arttığına işarettir, o kadar. Bunlardan
etkilenişiniz illa ki onlar gibi giyinmek, onlar gibi ibadet etmek, onlar gibi
konuşmak zorunluluğu demek değildir. Ben Türkçe dili yanında üç dil daha
öğrensem bu benim Türkçemi ‘bozmayacaktır’. Benim ben olarak kendimi
anlamlandırmamı, dünyada kendimi konumlandırmamı ve kendimi ifade etme
biçimlerimi zenginleştirecektir. Türkçemin içine başka dillerden kelimeleri
sadece beni daha iyi ifade ettiğini düşünürsem katacağım. Kendimdeki ve
çevremdeki çokkültürlülük beni korkutmayacak çünkü kendimden vazgeçmeden yeni
dünyalara açılabileceğimin farkında olacağım.
Çok korkulan kültürel asimilasyon,
farklı kültürel kimliklerin aynı alanda varolması ile ortaya çıkmamaktadır. Asimilasyon,
devlet mekanizmalarının sizi bireyler olarak tanımlamayan şekillere girmeye mecbur
etmesidir. Direnilecek nokta Afrikalıların renkli desenli kıyafetleri, ya da
Müslümanlarn başörtüleriyle etrafta dolaşması değil, kimsenin size bunu bir
‘mecburiyet’ olarak empoze etmesine izin vermemektir. İnsan haklarını ihlal etmeyen yaşam biçimleri, ifadeler ve davranışların
‘etkileyip kandıracağından’ korkarak bu ifadelerin engellenmesi ‘kültürünüzü
korumamakta’ kültürünüzü ‘toleranssız, adaletsiz ve haklara saygısız’ hale
getirmektedir. Asimilasyon farklı insan gruplarının ülkenizde yaşaması ile
değil, sistemli olarak devlet eliyle ancak mümkün olabilir. Bu ülkede çok da
fazla Amerikalı yaşamadığı halde, Amerika’nın devlet mekanizması ve kapitalizmi
en büyük asimilasyonu gerçekleştirmiştir. Hepimizle beraber çukurlu yollarda
giden devlet eliyle zenginleştirilmiş adamlarımız neden smokinle klasik
arabaların önünde poz verir ve neden Dallas
vari havuzların sayısında inkar
edilemez bir artış olmuştur bu ülkede?
Ben de kültürümüzün bozulmasından
endişeliyim. Ama farklı sınıflardan, ülkelerden, değer sistemlerinden
insanların bizimle yaşamasından değil rahatsızlığım. Bu ülkeden başbakanlıkta
çalışan şoförün evine yemeğe gittiğini bildiğim başbakandan sonra burada
sınıflı bir toplum yaratılmasından ve yaratılan sınıf sisteminden rahatsız
olmak yerine daha altta gördüklerimizi beyenmeyenlerimizin kültürümüzü
bozmasından rahatsızım. Kıbrıslıların balkonlarında
kebap çevirirken, devlet ‘adamlarının’ yemekleri başlamadan çok önce, taa ki
yemekleri bitinceye dek saatlerce sokağa dikilen Türkiye’den askerliğini yapmak
için buralara sürüklenen ‘inzibat’a bir tabak kebap hazırlayıp, ‘devlet
büyüklerince’ görünmeyecek şekilde elektrik direğinin arkasına yerleştirdiğimiz
insaniyetimizi unutarak, kültürümüzü bozarak, buraya getirilen gariban ere
düşmanlık ve nefretle sokakta davrananlardan rahatsızım.
Rumlarla ilişkilerimizi bizlere
çoccukken analtırken ‘her toplumun iyileri kötüleri vardır, bizler de çok
yanlışlar yaptık, onlar da. Onlarınki gibi kendi hatalarımızı da görmeliyiz’
diyebilen insanlarken, şimdi Karpaz’ın doğası mahvedilirken ‘Karpazlılar biraz
para kokusu aldı, uzun vadeli çıkarlarını göremiyorlar’ diyenlerin, 2000lerin
başında yeşil Girne’nin her yanı kazılıp bina inşa edilirken, Lefkoşa’nın
tarihi binaları yıkılıp yerine apartmanlar dikilirken ve Girneliler ve
Lefkoşalılar, ucuza apartman katı, yıkılan tarihi binalar yerine üç apartman
dairesi karşılık alırken ‘biz Girne’de Lefkoşa’da nasıl doğayı koruma ya da çok
istediğimiz anlaşmanın önüne çekilen bir engel olarak göremediysek inşaat
patlamasını aynı şey yeniden oluyor’ demeden, Karpazlıları ekonomik düşünmekten,
kendi çıkarını bilmemekten suçlayanların bozduğu kültürüme üzülüyorum.
Öğretmenler öğrencilerini kulağından
tutup diskodan çıkarırdı, sigara içerlerse aileleri ile toplantı yaparlardı ben
çocukken. Şimdi ‘çukur doğurdu hadi pasta keselim’ ya da ‘toplumsal varoluş’
eylemi yaparken, onların yüz metre ötesinde okul saati, okuldan kaçmış sokakta
oturabilen öğrencilerin olabildiği ve bunu kimsenin sorun etmediği bir kültürel
yozlaşmadan rahatsızım. Memleketteki çukuru
dert etmesi normal kabul edilen öğretmen sendikasının okula
gönderilmeyen çocukları dert etmesini bekleyenlerin ‘haksızlık’ yaptığını düşünenleri
de ‘Kıbrıslılar komşusu açken tok olmaya katlanamaz, paylaşır, yol soranı alır
kendi eliyle götürür’ söylemini bozmalarından rahatsızım.
‘Biz saf ve temiziz, içimizde hiç
kötülük yoktur, ak pakız’ diyen üstüne
de kıymeti kendinden menkul ‘sol’ yaftasını yapıştıran hekim sendikasını çok
önceden farkında olması gereken insan hakları, insana saygı ve ‘nefret söylemi’
konusunda uyardığımızda ‘evet bu yanlıştı, özür diliyoruz’ demek yerine,
kimliksizlik ve tanınmamışlıktan şikayet ederken buradaki korsan ve sorumsuz
yapıdan yararlanarak pişkin şekilde ‘engelliler vatandaş olmayacak, bu da beni
ırkçı yaparsa ırkçıyım’ diyerek bu ülkedeki insanlara ‘ırkçılığın meşru zemini
vardır’ mesajını gönderenlerden ve kültürümü kirletenlerden rahatsızım.
Küfürlü konuşmanın on yıllardır
yerleşik olduğu bir ülkede küfürden hoşlanmayan birinin bunu ‘bozulan kültürümüze’
dayandırmasından, sorunların hepsini
kendi dışında aramasından rahatsızım. Çocuklarını tavernalarda yüzlerine sigara
üfleyerek masalarda dans ettirenlerin, uyuşturucu ve alkol bağımlılığı
konuşulurken bunu ‘kültürümüzü bozanlara’ atfetmesinden de rahatsızım. Bu
ülkede hala kızlara ‘bekaret’ baskısı erkeklere de ‘sekste tecrübeli’ olma (her
ne demekse) baskısı varken ve hala genç erkeklerin ilk cinsel tecübelerini
burada seks kölesi olarak çalıştıranlarla yaşaması ‘adetken’, kadına karşı
şiddetin, saygısızlığın, kadını bir eşya gibi görmenin ‘geri kalmış ötekilerde’
olan bir sorun olduğunu söyleyebilenlerimizin olmasından, ‘kadın ve erkek
arasında uygulamada hiçbir eşitsizlik yoktur’ diyenlerin, bir kadının
cenazesinin kadınlarca kaldırılmasına bile tahammülsüzlüğünden ve kültürümüzün
değişmesi gereken noktalarına karşı yaşadığı duyarsızlıktan rahatsızım. Kerhanelerin
sayılarının ve insanlık dışı yaklaşımlarının artmasının bir sonucu olarak her
gün kadınların öldürülmesinin sebebini gelen asker ve öğrencilerin ‘kültürümüzü
bozmasına’ indirgeyenlerden de ayrıca rahatsızım.
Kültürümüzü
bozmamak için, farklılıkları kucaklamamız, kolonist ülkenin elitleri önünde
düğme iliklemememiz ve iliklenmiş düğmelerimizle o ükeden gelen işçilerden, öğrencilerden,
çocuklardan ve engellilerden intikamımızı almamamız gerekmektedir. Külütürümüzü
bozmamak için, sosyal sorunlarımızın hepsinin ‘dışarıdan’ geldiğini iddia
etmememiz gerekmektedir. Bir ülkeye kimse bağımsızlık ‘vermez’. Bağımsızlıklar
kazanılır. ‘Burdan çek git’ pankart solculuğu da bu bağımsızlığın yolunu açmaz,
sizi sistemi kabullenebilme noktasında deşarj eder o kadar. Bağımsızlığımızı almak
için halk kitlelerine ırkçılıkla saldırmak yerine, bireylerin haklarına saygılı
bir sistemin mücadelesini vermemiz gerekir. En dezavantajlı bireyin haklarının
gerçekleşmesi ‘sistemin değişmesinden sonra’ gerçekleşmeyecek, tam tersine
bizler en dezavantajlı bireylerin ve grupların hakları için mücadele
verdiğimizde ancak bu sistem değişecektir.
[i] Sahte
diplomalı ya da düşünce hırsızı insanlardan oluşmayan bilime önem veren
soyoloji ve antropoloji bölümlerimiz olsaydı kültürü tartıştırabilirdik, belki
yeni nesillerimiz kültürü anlamlandırabildikleri için bizim neslimizin insan
haysiyetini yitirmiş söylemlerini ortadan kaldırırdı.