Thursday, January 31, 2013

KÜLTÜRÜMÜZÜ BOZANLAR

                                                                                    31.01.2013                               Umut Özkaleli
Son dört yıldır, basında, sosyal medyada sıkça duyduğum bir iddia ve kullanım var. ‘Türkiye’den buraya getirlen ‘taşıma’ nüfus kültürümüzü bozuyor’. Bu o kadar inanılarak yapılan bir iddiadır ki, KKTC’de UBP, sonrasında CTP ve şimdilerde yine UBP tarafından yapılan nüfus politikalarının eleştirisinin de merkezinde oturuyor. Yani, bu ülkede nüfus politikalarına karşı olmamızın en önemli sebebi bu gelenlerin ‘kültürümüzü bozmasıdır’.  Bir başka değişle buradaki sorunların hepsi gelenlerin kültürümüzü bozmasındandır.

Ben, bir birey ve bir sosyal bilimci olarak bu ülkede benimsenen nüfus ve vatandaşlık politikalarına karşıyım. Vatandaşlıkların verilme biçiminden ve sayısından rahatsızım. Ancak sebebim yukarıdaki son derece sorunlu ‘kültürel dokumuz bozuluyor’ söyleminden ötürü değil. Nüfus politikalarına karşıyım çünkü Kıbrıs’ın kuzeyi üretmeyen bir ülkedir ve bu üretimsizliğin yarattığı sayısız sosyo-ekonomik ve politik sorunlar mevcuttur. İşsizlik diz boyudur, devlet hastanelerinde yeterli doktor, cihaz, hemşire ve ilaç bulunmamaktadır. Nüfus artışını kaldırabilecek şekilde okul alt yapılarımız oluşturulmamıştır, binalar, öğretmenler yetersizdir. Okullarımız daha var olan çocuklarını tam gün okulda tutamazken, yemekhaneleri, sağlık merkezleri, ısıtma sistemli sınıfları, okumaya teşvik eden yeterlikte kütüphaneleri, bilimsel çalışmayı teşvik edecek fen labaratuvarları yokken öğrenci sayısını arttıracak şekilde nüfus sayısını arttırmak sosyo-ekonomik sorunlar doğurmaktadır. Bu ülkede koca şiddetinden kadınlar, baba şiddetinden çocuklar hayatını kaybetmektedir. Her durumda sosyal hizmetler dairesi ve polisle iletişime geçen mağdurlar devlet tarafından korunamamaktadır. Bu durum, vatandaşını koruyabilen, aile içi şiddete önlem alabilen bir devlet olmadığını ispatlarken, koruyamayacağımız insanları vatandaş yapmanın bu devletin harcı olmadığı ortadadır. 

Vatandaşlık vermek ya da ülkenizde çalışmasına olanak sağlamanız demek, kabul ettiğiniz her bireye en iyi şekilde eğitim, sağlık ve sosyal hizmeti sunabileceğinizi, ekonomik olarak kalkındırabileceğinizi söz vermeniz demektir. Vatandaşlıkların ve çalışma izinlerinin her ülkede belli kriterlere bağlanmasının sebebi de nüfüsun temel ihtiyaçlara dengeli ayarlanması gereğidir. Aslında yalnızca vatandaşlık ve göç değil, aile planlaması ve doğum oranlarının düşürülmesi ya da arttırılmasının teşviki de bu plan dahilinde hayata geçmektedir. Bizimkisi gibi tanınmayan, üretmeyen, ekonomik gücü olmayan, ekonomik olarak başka bir ülkeye bağlı olan bir devletleşme çabasındaki birimin vatandaşlık politikalarını sadece ve sadece iktidar hesapları için düzenlemesi hem hali hazırda burada yaşayanların hem de buraya giriş verilenlerin haklarını ciddi şekilde ihlal etmektedir.

Yukarıda okuduğunuz sebepler vatandaşlık politikalarına karşı olmanızın gerek ve yeter koşuludur. Bu sebepler vatandaşlar olarak sizi korumayı hedeflediği kadar, buraya siyasi çıkar uğruna getirilen insanları da korumayı hedeflemektedir. Yani vatandaş yapılanları buradaki söylemdeki gibi ‘kültürümüzü bozmakla’ suçlanmak yerine, var olmayan bir haklar zinciri söz verildikleri için aslında diğerleri gibi mağdur olarak tanımlamanız gerekmektedir. İnsanların bir ülkede yasal statüleri olmadan yaşamalarını ele alırken de ‘kültümüzü bozuyorlar’ üzerinden olaya bakmak ve söylem geliştirmek de haksız ve sorunludur.  Sorun ‘kültürünüzü bozmaları’ değil, yasal statüsüzlüklerinden ötürü sömürülmeye, insan haklarının ihlal edilmesine açık hale getirilmeleridir. Yasal statü vermediğimiz insanların çocuklarının okul hakkını savunmadığında ‘kültürümüzü koruduğunu’ sananlar, aynı insanların çöp grevlerinde devletin eliyle kullanılarak çöp toplattırıldıklarını gördüklerinde iki yönlü hak ihlallerini  görmelidirler. Hem grevi yapanların hakları yenmektedir, hem de yaşam kavgasında iş bulduğu için sevinen insanların aslında hiçbir temel insan hakkından yararlanamadan (sigorta, sağlık ve çocuklarına okul hakkı gibi) devlet tarafından ya da zengin kapitalistler tarafından sömürülmektedir. Yani ‘kültürünüzü bozanlar’ devletin ve sermayenin elitleridir ve buraya getirdikleri insanların emeğinin sömürülmesinden para kazanmaktdırlar.

Bu ülkenin maalesef en çok da ‘solcu’ elitleri ‘kültürün bozulması’ söylemi üzerinden kendi hakkını aramaya kalkmaktadır. Hak arayışı başkalarını rencide ederek ve onların yenen haklarına gözlerimizi kapatarak yapıldığında yeni haksızlıklardan başka birşey elde edilememektedir.

‘Kültürümüzü bozanlar’ söylemi kendi içinde sorunlu, insanın dünyaya ait insanlığını inkar eden, dünyaya ait içiçe geçmiş canlı ve yaşamsal bağlantılardan kopuk bir söylemdir. Bir insan grubunun başka insan grupları tarafından ‘bozulduğunu’ düşünmesi aslında kendine yüklediği mükemmelliğin, başkalarına tahammülsüzlüğün, insan olma temelindeki ortaklaşmanın tamamen göz ardı edildiği anın en üst noktasıdır. Ve doğrusu insan haysiyetini de ayaklar altına alan bir durumdur. İnsan haysiyetinizi başkaları size saldırdığında değil, siz onları insanlıklarından çıkarıp sizin ‘saflığınızı’ bozduklarını söylediğiniz anda yitiriyorsunuz (Ionna Kuçuradi’yi okumanızı tavsiye ederim). İnsani noktadan bu ‘kültürümü bozdular’ diyenlerin prevasızca, bir utanç hissetmeden bunu söyleyebilmesini hayretle, hüzünle, kederle karşılıyorum.

Ülkemizde kaanat önderi ‘sivil toplumcuların’ ya da gazetecilerin sıklıkla kullandıkları ‘kültür’  olgusunun biraz daha iyi anlaşılması gerekiyor. Kültür ne demektir sorusunu cevaplandırabildiğimizde   ‘Dağdan geldi  bağdakini kovdu’, ‘köyden indim şehire’, ‘dağdan inme’, gibi dışlayıcı, ötekileştirici sözlerin de azalacağı bir süreç görmemiz mümkün olacaktır.[i]

Kevin Avruch ve Peter Black gibi kültürel antropologların vurguladıkları ilk nokta, aslında tek bir sosyal grubun kültürün ‘otantik’ (orijinal) anlamlarına sahip olduğunu iddia etmesinin imkansız olduğudur. Çünkü kültür sadece geçmiş nesillerin yarattığı, öğrettiği ve aktardığı bir olgu değil aynı zamanda mevcut sosyal grupların da oluşturduğu ve yeniden varettiği bir olgudur. Yani kültürler dinamiktir ve farklı sosyal grupların olduğu kadar bireylerin olaylar ve olgular karşısında takındıkları tavır, kullandıkları tercihler ve yetilerini kullanma biçinleri (agency) de bir kültürü etkilemektedir. Kültürün üç özelliğine dikkatimizi çeken bu araştırmacılar toplumsal grupları da sadece etnik ya da milli gurplar olarak ayırmaz. Yani burada sıklıkla yapılan hata gibi bir ‘Kıbrıslılık’ original kültüründen bahsetmenizin önüne geçen çeşitli ögeler vardır. 

Bireylerin din algısı, ekonomik sınıfını, mesleği, cinsiyeti, cinsel yönelimi, cinsiyet kimliği, kırsalda mı şehirde mi yaşıyor olduğu onları değişik ve çoklu gruplara yerleştirir ve bütün bu gruplar da kendi içinde hem kültürel ögeler taşır hem de kültüre farklı katkılarda bulunur. Bu da içinde yaşanılan homojen gibi algılanan kültürleri bile aslında ‘çokkültürlü’ algılamamızı gerekli kılar. Üzerinde durulan bir başka özellik ise, aynı sosyal grubun içindeki insanların, mesela aynı cinsiyet, cinsel yönelim, ekonomik sınıf ve şehirden gelen bireylerin dahi kültürü farklı şekillerde algıladıkları, farklı şekilde yorumladıkları ve farklı çerçevelere oturttuklarıdır. Kültürün otantik olması iddiasının önüne geçen üçüncü özelliği ise insanların yaşam süreçleri içerisinde sosyal yaşam içinde edindikleri tecrübelerle kültürü oluşturduklarıdır. Her ne kadar da gelenek, görenek, adetlerden söz edilerek kültürü tanımlasak da kültürel antropologların bize sürekli hatırlattığı şey, kültürün her zaman için esnek, değişime cevap veren ve şartlara göre oluşan bir yapısı olduğudur. Dışarıdan gelen herhangi bir grup insan olmaksızın değişen dünya ve ekonomik koşullar çerçevesinde ‘kadınların çalışma hayatında artış göstermesini boşanmaların sebebi’ olarak gösteren önceki nesiller kültürün dinamik ve değişken yapısının bir sembolüdür. Kıbrıslı bir kadın ‘bu kadınlar da en ufacık birşey çekemez oldu, kocası bir  kez aldatsa ya da kızıp bir tokat vursa hemen mahkemeye koşar ayrılmak ister. Halbuki eskiden kadın kesimi sabırlı olurdu, yuvasını yıkmazdı. Kadınlar çalışınca, elleri biraz para görünce değiştiler, kültürümüzü de değiştiriyorlar böyle böyle’ dediğinde ben yirmili yaşlarımın başında, feminist farındalıklarına yeni yeni uyanan bir genç kadındım. Kadının insan hakları temelinde yanlıştı söyledikleri. Kültürün değişmesi konusunda ise tamamen doğruydu tespiti. Kültürlerimiz algılayışlarımızla, insan hakları bakışımızla, farklı tecrübelerimizle değişmektedir. Değişmesi kaçınılmazdır. Cep telefonunuz, internetiniz, bedeninizi algılayışınız, sevgiyle tanışmanız, şiddetle tanışmanız, herşey önce size sonra da içinde yaşadığınız kültüre bir etkide bulunmakta ve değişimler getirmektedir. Çoğu zaman konuştuğumuz şey kültürün bozulması değil ‘değişmesi’dir aslında. ‘Kültürünüzün değişmemesini’ istiyorsanız yapabileceğiniz tek şey nefes almayı bırakmaktır. Okumamanız, televizyon izlememeniz, seyahate gitmemeniz, yeni çıkan marka arabaları satın almamanız, radyo dinlememeniz, yeni işe başlamış birisiyle sohbet etmemeniz, yeni anne ya da baba olmuş birisiyle sosyalleşmemeniz, haber, müzik dinlememeniz, yeni iş sahalarının açılmasına, yeni icatların ülkenize girmesine izin vermemeniz gerekmektedir. Bunları durduramadığınız sürece kültürünüz beş, on, yirmi, kırk ya da atmış yıl önce hatırladığınız kültürünüz olmayacaktır.

Kültürel yozlaşma veya bozulma diye birşey yok mudur o zaman? Mutaka vardır. Ama mahallenize Çin lokantası ya da dürümcü açıldığında, Afrika’nın renkli elbiseleri ya da başörtülü kıyafetlerle sokakta gezenler, anlamadığınız bir dili konuşarak yanınızdan geçenler, özgürce kahkaha atmaktan çekinmeyen kadınlar kültürünüzü ‘bozan’ ögeler değildir. Sizden farklı olanların sizlerle birlikte varolması, sizden farklı yaşam biçimlerini benimsemesi sizin kültürünüzü bozmamaktadır. Bu sadece toplumsal gruplarınızın ve katmanlarınızın arttığı ve içinde yaşadığınız ülkedeki kültürel ifadelerin arttığına işarettir, o kadar. Bunlardan etkilenişiniz illa ki onlar gibi giyinmek, onlar gibi ibadet etmek, onlar gibi konuşmak zorunluluğu demek değildir. Ben Türkçe dili yanında üç dil daha öğrensem bu benim Türkçemi ‘bozmayacaktır’. Benim ben olarak kendimi anlamlandırmamı, dünyada kendimi konumlandırmamı ve kendimi ifade etme biçimlerimi zenginleştirecektir. Türkçemin içine başka dillerden kelimeleri sadece beni daha iyi ifade ettiğini düşünürsem katacağım. Kendimdeki ve çevremdeki çokkültürlülük beni korkutmayacak çünkü kendimden vazgeçmeden yeni dünyalara açılabileceğimin farkında olacağım.

Çok korkulan kültürel asimilasyon, farklı kültürel kimliklerin aynı alanda varolması ile ortaya çıkmamaktadır. Asimilasyon, devlet mekanizmalarının sizi bireyler olarak tanımlamayan şekillere girmeye mecbur etmesidir. Direnilecek nokta Afrikalıların renkli desenli kıyafetleri, ya da Müslümanlarn başörtüleriyle etrafta dolaşması değil, kimsenin size bunu bir ‘mecburiyet’ olarak empoze etmesine izin vermemektir. İnsan haklarını ihlal etmeyen yaşam biçimleri, ifadeler ve davranışların ‘etkileyip kandıracağından’ korkarak bu ifadelerin engellenmesi ‘kültürünüzü korumamakta’ kültürünüzü ‘toleranssız, adaletsiz ve haklara saygısız’ hale getirmektedir. Asimilasyon farklı insan gruplarının ülkenizde yaşaması ile değil, sistemli olarak devlet eliyle ancak mümkün olabilir. Bu ülkede çok da fazla Amerikalı yaşamadığı halde, Amerika’nın devlet mekanizması ve kapitalizmi en büyük asimilasyonu gerçekleştirmiştir. Hepimizle beraber çukurlu yollarda giden devlet eliyle zenginleştirilmiş adamlarımız neden smokinle klasik arabaların önünde poz verir ve neden Dallas  vari havuzların sayısında inkar edilemez bir artış olmuştur bu ülkede?   

Ben de kültürümüzün bozulmasından endişeliyim. Ama farklı sınıflardan, ülkelerden, değer sistemlerinden insanların bizimle yaşamasından değil rahatsızlığım. Bu ülkeden başbakanlıkta çalışan şoförün evine yemeğe gittiğini bildiğim başbakandan sonra burada sınıflı bir toplum yaratılmasından ve yaratılan sınıf sisteminden rahatsız olmak yerine daha altta gördüklerimizi beyenmeyenlerimizin kültürümüzü bozmasından rahatsızım. Kıbrıslıların  balkonlarında kebap çevirirken, devlet ‘adamlarının’ yemekleri başlamadan çok önce, taa ki yemekleri bitinceye dek saatlerce sokağa dikilen Türkiye’den askerliğini yapmak için buralara sürüklenen ‘inzibat’a bir tabak kebap hazırlayıp, ‘devlet büyüklerince’ görünmeyecek şekilde elektrik direğinin arkasına yerleştirdiğimiz insaniyetimizi unutarak, kültürümüzü bozarak, buraya getirilen gariban ere düşmanlık ve nefretle sokakta davrananlardan rahatsızım.

Rumlarla ilişkilerimizi bizlere çoccukken analtırken ‘her toplumun iyileri kötüleri vardır, bizler de çok yanlışlar yaptık, onlar da. Onlarınki gibi kendi hatalarımızı da görmeliyiz’ diyebilen insanlarken, şimdi Karpaz’ın doğası mahvedilirken ‘Karpazlılar biraz para kokusu aldı, uzun vadeli çıkarlarını göremiyorlar’ diyenlerin, 2000lerin başında yeşil Girne’nin her yanı kazılıp bina inşa edilirken, Lefkoşa’nın tarihi binaları yıkılıp yerine apartmanlar dikilirken ve Girneliler ve Lefkoşalılar, ucuza apartman katı, yıkılan tarihi binalar yerine üç apartman dairesi karşılık alırken ‘biz Girne’de Lefkoşa’da nasıl doğayı koruma ya da çok istediğimiz anlaşmanın önüne çekilen bir engel olarak göremediysek inşaat patlamasını aynı şey yeniden oluyor’ demeden, Karpazlıları ekonomik düşünmekten, kendi çıkarını bilmemekten suçlayanların bozduğu kültürüme üzülüyorum.

Öğretmenler öğrencilerini kulağından tutup diskodan çıkarırdı, sigara içerlerse aileleri ile toplantı yaparlardı ben çocukken. Şimdi ‘çukur doğurdu hadi pasta keselim’ ya da ‘toplumsal varoluş’ eylemi yaparken, onların yüz metre ötesinde okul saati, okuldan kaçmış sokakta oturabilen öğrencilerin olabildiği ve bunu kimsenin sorun etmediği bir kültürel yozlaşmadan rahatsızım. Memleketteki çukuru  dert etmesi normal kabul edilen öğretmen sendikasının okula gönderilmeyen çocukları dert etmesini bekleyenlerin ‘haksızlık’ yaptığını düşünenleri de ‘Kıbrıslılar komşusu açken tok olmaya katlanamaz, paylaşır, yol soranı alır kendi eliyle götürür’ söylemini bozmalarından rahatsızım.

‘Biz saf ve temiziz, içimizde hiç kötülük yoktur, ak pakız’ diyen  üstüne de kıymeti kendinden menkul ‘sol’ yaftasını yapıştıran hekim sendikasını çok önceden farkında olması gereken insan hakları, insana saygı ve ‘nefret söylemi’ konusunda uyardığımızda ‘evet bu yanlıştı, özür diliyoruz’ demek yerine, kimliksizlik ve tanınmamışlıktan şikayet ederken buradaki korsan ve sorumsuz yapıdan yararlanarak pişkin şekilde ‘engelliler vatandaş olmayacak, bu da beni ırkçı yaparsa ırkçıyım’ diyerek bu ülkedeki insanlara ‘ırkçılığın meşru zemini vardır’ mesajını gönderenlerden ve kültürümü kirletenlerden rahatsızım.

Küfürlü konuşmanın on yıllardır yerleşik olduğu bir ülkede küfürden hoşlanmayan birinin bunu ‘bozulan kültürümüze’ dayandırmasından,  sorunların hepsini kendi dışında aramasından rahatsızım. Çocuklarını tavernalarda yüzlerine sigara üfleyerek masalarda dans ettirenlerin, uyuşturucu ve alkol bağımlılığı konuşulurken bunu ‘kültürümüzü bozanlara’ atfetmesinden de rahatsızım. Bu ülkede hala kızlara ‘bekaret’ baskısı erkeklere de ‘sekste tecrübeli’ olma (her ne demekse) baskısı varken ve hala genç erkeklerin ilk cinsel tecübelerini burada seks kölesi olarak çalıştıranlarla yaşaması ‘adetken’, kadına karşı şiddetin, saygısızlığın, kadını bir eşya gibi görmenin ‘geri kalmış ötekilerde’ olan bir sorun olduğunu söyleyebilenlerimizin olmasından, ‘kadın ve erkek arasında uygulamada hiçbir eşitsizlik yoktur’ diyenlerin, bir kadının cenazesinin kadınlarca kaldırılmasına bile tahammülsüzlüğünden ve kültürümüzün değişmesi gereken noktalarına karşı yaşadığı duyarsızlıktan rahatsızım. Kerhanelerin sayılarının ve insanlık dışı yaklaşımlarının artmasının bir sonucu olarak her gün kadınların öldürülmesinin sebebini gelen asker ve öğrencilerin ‘kültürümüzü bozmasına’ indirgeyenlerden de ayrıca rahatsızım.

Kültürümüzü bozmamak için, farklılıkları kucaklamamız, kolonist ülkenin elitleri önünde düğme iliklemememiz ve iliklenmiş düğmelerimizle o ükeden gelen işçilerden, öğrencilerden, çocuklardan ve engellilerden intikamımızı almamamız gerekmektedir. Külütürümüzü bozmamak için, sosyal sorunlarımızın hepsinin ‘dışarıdan’ geldiğini iddia etmememiz gerekmektedir. Bir ülkeye kimse bağımsızlık ‘vermez’. Bağımsızlıklar kazanılır. ‘Burdan çek git’ pankart solculuğu da bu bağımsızlığın yolunu açmaz, sizi sistemi kabullenebilme noktasında deşarj eder o kadar. Bağımsızlığımızı almak için halk kitlelerine ırkçılıkla saldırmak yerine, bireylerin haklarına saygılı bir sistemin mücadelesini vermemiz gerekir. En dezavantajlı bireyin haklarının gerçekleşmesi ‘sistemin değişmesinden sonra’ gerçekleşmeyecek, tam tersine bizler en dezavantajlı bireylerin ve grupların hakları için mücadele verdiğimizde ancak bu sistem değişecektir.



[i] Sahte diplomalı ya da düşünce hırsızı insanlardan oluşmayan bilime önem veren soyoloji ve antropoloji bölümlerimiz olsaydı kültürü tartıştırabilirdik, belki yeni nesillerimiz kültürü anlamlandırabildikleri için bizim neslimizin insan haysiyetini yitirmiş söylemlerini ortadan kaldırırdı.