Saturday, December 15, 2012

Mağara, Mutlu Köleler ve "Deli"ler

Yeraltında büyükçe bir mağarada yaşıyor olduğumuzu düşünelim. Mağaranın bir duvarının hemen önünde zincirlere bağlanmış şekilde yaşıyor insanlar. Kafalarını arkaya döndürüp mağaranın gerisinde ne olup bittiğini, hatta yaşadıklarının dışarıya açılan kapısı olan bir mağara olduğunu görmeleri mümkün değil. Arkalarında, daha yukarıda, yanan bir ateş var. Ateşle kölelerin arasında mağaradan dışarıya açılan kapıya bağlanan bir platform. Dışarıdaki dünyada hayat devam ediyor ve bu platformu kullanarak girip çıkıyor insanlar, hayvanlar, araçlar vs. mağaraya. Kukla rölündedirler aslında. Mağarada yaşayan insanlar hayatları boyunca burda yaşamışlar, zincir altında. Mağaradan gelip geçenlerin sadece karşılarındaki duvara yansıyan gölgelerini görerek ve mağarada yankılanan seslerini duyarak. Onlar için “gerçek” bu gölgeler ve bu yankılar.

                                          Alıntı: http://www.beyng.com/RichardCapobiancoInterview.html
Bir gün mağara sakinlerinden birisi bir şekilde zincirlerinden kurtuluyor. Şans? Zeka? Fiziksel güç? Mağaradaki düzeni bozmaya çalışan başkalarının oyunu? O kadar da önemli değil. Yanan ateşi ve yukardaki platformdan geçen anlamlandıramadığı şeyleri görüyor ilk önce. Mağaradan çıktığında gözleri kamaşıyor, hiçbir şey göremiyor bir sure. Malum hiç güneş ışığı görmemiş, gözleri karmaşıyor, herşey karanlık, herşey anlamsız. Gözleri ışığa alıştıkça, renkleri ve detayları ile etrafındaki nesneleri görmeye başlıyor. Bir sure sonra anlıyor… Mağaradaki “gerçekler” gerçeklerin yansımasıymış, duyusal bir aldatmacaymış.
Heyecanla içeriye giriyor mağarada yaşayanlara gördüklerini, farkettiklerini anlatmak için. Güneş ışığından karanlığa girince bir süre hiçbirşey göremiyor, diğerlerinin konuşmalarını, tartışmalarını anlamlandıramıyor. Ama bir taraftan da anlatmaya çalışıyor: “Arkadaşlar bu gördükleriniz, duyduklarınız gerçek değil! Sadece gölge, yanıltmaca!” “Uuu bu gitti geldi, kör oldu, deli oldu, saçmalıyor!” diyor diğerleri…
Tabii ki bu hikayeyi ben uydurmadım. MÖ 427-347 yıllarında yaşamış Plato’nun Devlet eserinde yer alan, Socrates’in Glauton’a anlattığı Mağara Alegorisi bu. Hikayenin devamında farkeden ve diğerlerine farkettirmek için geri dönen kişinin yılmadan doğruları anlatmaya çalışmasını, meydanı gölgeler hakkında savaşarak güç mücadelesi veren yöneticilere bırakmaması gerektiğini öğütlüyor Socrates.
Bizim “yöneticiler” ve/veya asıl mağara tiyatrosunun yöneticileri (mağarada yönetici gibi görünenlerin okuyup anlayabildiklerinden şüpheliyim) Plato’yu iyi çalışmış olmalılar ki  gölgelerin ve yankıların arkasındaki gerçekleri söyleyenleri mağarada yaşatmamak için bayağı bir enerji ve kaynak harcıyorlar.
Peki neleri göremiyor mağara insanları biraz örnek verelim…
Dışarıdaki dünyada birilerinin etnik kökeninden, dilinden, dininden, doğduğu coğrafyadan dolayı sömürdüğü, ezdiği insanlar, çocuklar, anaları, babaları var örneğin. Göç ediyorlar, etmeye zorlanıyorlar, bu mağaradan geçiyor yolları. Bizim arkamızda yanan ateşin önündeki yoldan geçiyor bu çocuklar. Kimisi mendil satıyor, kimisi tartıyla sokakları geziyor, kimisi güvercin yakalıyor, kimisi kömür ocağında çalışıyor, kimisi de bakkaldan çukulata aşırtıyor bir öğün daha karnını doyurabilmek için. Kimisi evde ve okulda yediği dayağa dayanamayıp, sokakta yaşamaya başlıyor, bedenini satıyor bir süre sonra aç kalmamak, kışta çorapsız kalmamak için.
Mağara insanları ise karşılarındaki duvarda sadece dev gibi gölgelerini görüyor. “Bunlar kocaman! Bunlar bize tehdit!” diyorlar. İsim de veriyorlar bu çocuklara. İşgal. Düşman.
Bu sadece bir örnek. Benim için “gerçeği anlatamazsam, elimden birşey gelmezse çeker giderim” ehemmiyetinde bir örnek. Ama ne yazık ki tek değil. “Demokrasi”yi, “mücadele”yi, “akademi”yi, “tarih”i, “politika”yı, “sol”u, “özgürlük”ü hep gölgelerle tanımladı bugüne kadar bu toplum. Aksini anlatmaya çalışanlara da “Uuu bu gitti geldi, deli oldu, saçmalıyor!” diyor. İşinden ediyor, yaşam hakkını elinden alıyor. Bezdirmek, mağaradan göndermek için elinden geleni yapıyor. Bir zamanlar “milli bütünlüğü bozuyorsun” üzerinden dönüyordu hain suçlamaları, şimdi “solu bölüyorsun,” “sen örgütlülüğe” karşısın üzerinden. Sonuç aynı.
“Özgürlüğün en büyük düşmanı mutlu kölelerdir” demiş Maria von Ebner-Eschenbach. Sanki de bizim mağara için söylemiş. Yıllardır prangalar altında ama lüks arabalarıyla, havuzlu villalarıyla, çocuğunu mağaranın dışına gönderebilmekle (ama gerip dönüp ailenin yaşam tarzını devam ettirmesi, şirketi devralması, dışarıda gördüğü gerçekleri unutması şartıyla!) tatmin olmuş bir yığın insan.
Bu akşam televizyonda gördüm (gölgenin gölgesi). Yerli kanallardan birinde sokakta bir amcaya soruyorlar: “Erken seçim olursa ne yapacaksın?” “Bugüne kadar hep UBP’ye verdim ben, ama artık vermem, sandığa da gitmem artık. Hatta sakın gelmesinler, kapımın önünden bile geçmesinler!” Sebebi sorulunca, “bir işim düştü İrsen’e gittim, 3-4 defa gittim o yolu, saatlernan da bekledim, hani hiçbirşey olmadı!” diye açıklıyor.
Uzun bir süredir ilk defa ciddi bir güvensizlik var sisteme karşı halkta. Bu amcanın söylediğinden yola çıkarsak “doğru” sebeplerden olmayabilir bu güvensizlik, tatminsizlik, mutsuzluk. Ama yine de var. Mesele mağaranın dışını görmüş “deli”lerin farkındalıklarından doğan gücü var olan kölelik ve aldatma sistemini ele geçirmek için mi yoksa yok etmek için mi kullanacakları. “Deli”lerin çoğunluğu birinci yolu seçerse, geriye kalan “deli”ler ya kalıp neticede “topluma/sisteme zararlıdırlar” gerekçesiyle zindan içinde zindana hapsedilmeyi bekleyecekler, ya da bu mağaradan çekip gidecekler. Mutlu köleler esaretleriyle mutlu olmaya devam etsinler…

Dr. Ömür Yılmaz

Friday, December 7, 2012

Rantiye Devlet: Neden Demokratikleşemiyoruz?


Bir ülkede demokrasinin göstergesi ne seçimlerin hangi sıklıkla yapıldığı, ne siyasi partilerin çeşitliliği ve sayısı, ne de hükümete geçen siyasilerin hangi sıklıkla değiştiğidir. Örneğin, 32 yıl aynı Başkan/Cumhurbaşkanı hükmettikten sonra her 5 yılda bir Cumhurbaşkanı değişirsiniz ama demokratikleşmeden yana kayda değer hiçbir adım atmamış olabilirsiniz. Hükümet kuran siyasi partiler için de aynı şey geçerli. Çünkü her ne kadar da popüler kültür ve popülist siyaset demokrasi tartışmalarında temsiliyet kavramına dikkat çekse de (“demokrasi halkın/çoğunluğun temsil edildiği yönetim biçimidir,” “X parti sizi temsil etmiyor, haklarınızı savunmuyor, biz (Y parti) gelelim, biz sizi temsil edeceğiz,” vs.), demokraside en az temsiliyet kadar önemli bir diğer kavram hesap verebilirliktir.
Devlet, bireylerin belli bir toplum sözleşmesi çerçevesinde (Anayasa, yasalar) kurduğu bir yapı; hükümetler de yine bireylerin bu çerçevede görevlendirdiği, bu görev ve sorumluluklarını yerine getirebilmeleri için de sınırlı güç ve irade bahşettiği gruplardır. Demokrasinin seviye ve kalitesi açısından bu sözleşmenin içeriği büyük önem taşır. Örneğin, evrensel insan hakları, eşitlik ve sosyal adalet kavramlarıyla uyumlu mu? Ancak daha da önemli bir soru, halkın bu göreve getirdiği kişi veya gruplardan var olan sözleşmeye uygun davranıp davranmadıklarına dair ne derece hesap sorabildiğidir. Bir sözleşmenin sunduğu karşılıklı hak ve sorumluluklar ne olursa olsun, “güvenilir taahhüt” (credible commitment) ilkesinin gereklerini içermiyorsa hiçbir kıymeti yoktur. 
Çalışan ve işveren arasında imzalanan herhangi bir iş sözleşmesi düşünün. Çalışan, anlaşılan şartlar çerçevesinde belli bir hizmet satacağını, işveren de bu hizmet karşılığında belli bir ücret ve sosyal güvence sunacağını taahhüt eder. İki taraftan birisinin sözleşmeyi ihlal etmesi durumunda diğer tarafın başvuracağı, hakkını arayacağı, hesap soracağı bağımsız bir merci ve mekanizma yoksa imzalanan sözleşmenin hiçbir anlamı yoktur. Devletle bireyler arasındaki sözleşme için de aynı şey geçerlidir (siyaset biliminde bu konuda dönüm noktası sayılan çalışma için bkz. North ve Weingast (1989)).
Güvenilir taahhüt iki şekilde sağlanabilir: Motivasyonel ve zorunlu (North 1993). Ya sözleşmeyi her durumda ilgili tarafların çıkarlarına uygun olacak ve zaten sapmak istemeyecekleri bir şekilde tasarlarsınız (ki bunu sağlamak zordur çünkü şartlar ve çıkarlar değişebilir, aktörler değişebilir, tarafların su yüzünde olmayan çıkarları olabilir, vs.) ya da herhangi bir sapma durumunda sözleşmeyi ihlal eden tarafın cezalandırılacağını garanti eder, adım atarken yaptığı kar-zarar hesabında bu zararı da dikkate almasını sağlarsınız. Bu ikinci yöntemin çalışabilir olması için de bağımsız hareket edecek denetim/şeffaflık ve cezalandırma mekanizmalarının varlığı şarttır.
Demokrasilerde nasıl işler bu? Seçimlerle iktidara gelen her siyasetçinin ve partinin birincil önceliği yeniden seçilmektir. Bunu kişisel çıkarlar için de isteyebilir, belli bir kesimin veya toplumun genelinin çıkarlarını en iyi şekilde koruduğuna inandığı için de.  Neticede sonuç aynı.  Şeffaf bir sistem içinde, halk yapılan yanlışlıklardan, sözleşme ihlalinden (içeriği her ne ise) hem birey hem parti olarak kimi sorumlu tutacağını bilir, sandığa gittiğinde de oyunu bu bilinçle kullanır. Hükümet edenler de seçmenin kendilerini bu şekilde denetleyip cezalandırabileceğinin bilinciyle yaparlar hesaplarını. Kısa dönemli çıkarları yasaların ihlalini cazip kılsa da, uzun vadede iktidarı elde tutmak için halkla aralarındaki sözleşmeyi ihlal etmek işlerine gelmez (motivasyonel).
Tabii ki hesap verebilirliği sadece seçim yoluyla (en “adil” seçim sistemi dahi olsa) sağlamak yeterli değildir. Seçim aralarında da bağımsız denetim ve yargı mekanizmalarıyla kontrol altında tutar ve cezalandırır demokrasilerde halk ona bahşedilen gücü kötüye kullanan iktidarı. Şu anda Kuzey Kıbrıs’ta bu mekanizmalar için gerekli yasal altyapının var olmadığını, var olan mekanizmaların da gerektiği gibi çalışmadığını tartışmaya gerek yok sanırım. Tek bir örnek üzerinden gidelim. Lefkoşa Belediyesi. Yolsuzluk yaptığı sayıştay raporlarıyla ispatlanan ve yargı yoluyla cezalandırıl(a)mayan, yargının cezalandırması durumunda bile görevden alınamayan bir belediye başkanı. Belediyelerin işleyiş sistemleri şeffaf olmadığı için (örneğin halk belediye meclisi toplantılarına katılabilmek için “özel davet” beklemek zorunda) ne derecede suç ortağı olduğunu bilemediğiniz belediye meclis üyeleri. Hesap sorabilirlik sıfır.
Peki neden değişemiyor bu sistem? Belediyeler örneğinden gidecek olursak, yolsuz belediye yönetimlerinden hesap sorulabilmesi (hem denetim hem cezalandırma) için gerekli yasal değişiklikler için neden harekete geçmiyor mecliste koltuk işgal eden siyasi partiler? Neden demokratikleşemiyoruz?
1970 yılında Hossein Mahdavy’nin İran’da Şah Pehlevi dönemini tarif etmek için “rantiye devlet” kavramını ortaya atmasının ardından, Orta Doğu ve Afrika’yı çalışan birçok sosyal bilimci bölgede demokratikleşememeyi açıklamak için “rantiye devlet” kuramını geliştirdi (ör. Beblawi ve Luciani 1987, Skocpol 1982, Yates 1996). Buna göre milli gelirin önemli bir kısmının petrol gibi doğal yerel kaynakların ihracaatından elde edilmesi demokratikleşmenin önünde önemli bir engeldir. Çok basit bir açıklaması var petrol-demokratikleşme çelişkisinin. İktidarı elinde tutanlar, yapacakları icraatlar için (gerek kamu yararına gerekse kişisel menfaat veya belirli kesimleri memnun etmek için) halktan gelecek vergilere ne kadar az bağımlıysa, halkın taleplerine cevap vermeme lüksü de o kadar büyüktür. Vergilendirme dışında elde ettiği maddi kaynakları kullanarak kendine muhalif olabilecek kesimlerin destek ve onayını satın alır, susturur. Kimse de “Benim verdiğim vergilerle ne yapıyorsun? Kendine çeki düzen vermezsen sermayemi alıp giderim” diyerek iktidar üstünde baskı kuramaz. Beyin ve sermaye göçü iktidarın sürdürülebilirliğini tehdit etmez. Geride kalanlar da ya düşük vergi ve menfaat dağıtımıyla satın alınmış, ya da yine vergi dışında kaynaklar kullanılarak baskı altına alınmış, ezilmiştir.
Rantiye devlet kuramı ilk başlarda doğal zenginliklerin uzantısı olarak geliştirilmiş olsa da, ilerleyen yıllarda birçok sosyal bilimci dış mali yardımların da aynı rolü oynayabileceğini ortaya koymuştur (ör. Ross 2001, Djankov et al. 2005). Hükümetler oy satın almak için ihtiyaçları olan kaynağın ne kadar büyük bir kısmını vergilendirme yoluyla değil de dış kaynaklardan elde ederse, halkın hükümetler üstünde hesap sorabilirliği o kadar düşük olacaktır. Hele de dış kaynak gelmeye devam edecek gibi görünüyor ve kaynağı sunanlar da demokratikleşme ve belli bir süreçte ekonomik olarak kendi ayaklarının üzerinde durabilecek hale gelme önkoşulunu koymuyorsa (hatta bunun tam tersini de destekliyor olabilir),  hükümetler dışardan gelen parayı (“rant”ı) halkı rahatlık/zenginlik içinde uyutmak, uyutulamayanları da susturmak için kullanacaktır.  Bir kısım da çekip gidecek, bu yapının kılı bile kıpırdamayacaktır. Tanıdık geliyor mu?
Özellikle 1980’li yıllardan itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin insiyatifinde kurulmuş bir rantiyer devlet(çik)tir KKTC. Ekonomik programları dikte etmekten veya seçimleri etkilemekten çok daha derindir olay. Kiren Aziz Chaudhry’nin (1994) yaptığı rantiye devlet analizinde ortaya koyduğu “dipolitize edilmiş halk”ın mükemmel bir örneğiyiz.
“X parti hep kendi adamlarına dağıtıyor, benim partim gelsin de biraz da ben yeyim” mantığından öteye gidemeyen bir toplum.
Siyasetle politikanın farkını bilmeyen, “ben şu politikaları, şu denetim mekanizmalarını, hesap verebilirliği talep ediyorum, bunu vaat eden ve denetlenmeye hazır olan kim varsa gelsin” diyemeyen.
“Sivil toplum örgütleri”nin, sendikalarının bile siyasallaştığı, bağlı olduğu parti iktidara gelince hesap sormaktan vaz geçen, diğer partiden hesap sormaya kalktığı zaman da güvenilirliğini ve gücünü kaybetmiş olan.
“Bizim derdimiz sandalye değil, biz insan hakları, adalet, temiz toplum, temiz akademi, temiz siyaset, denetleme ve hesap verebilirlik istiyoruz” diyen bağımsız örgütlenmelere uzaydan gelmiş gibi bakan, “hade söyle hangi parti?” sorusundan öteye gidemeyen bir toplum.
Evrensel sol değerleri unutmuş, “yeterki benim cebimden vergi çıkmasın, varsın başkaları yönetsin bizi, ama belki X’in değil de Y’nin egemenliği altında daha zengin oluruz”dan öteye gidemeyen; yıllarca yüksek maaşlar, düşük vergili lüks villalar ve lüks arabalarla ihya edilmiş, satın alınmış, sağlaştırılmış bir “sol.”
Nasıl değişecek? “Biz Ziraat Bankası’nın kredisini istemiyoruz. Bedelini ödemeye hazırız. Varsın bizden kesilecek vergilerle, ekstra ücretlerle, hizmetlerin yeniden düzenlenmesiyle kapansın bu borç. Çöplerimiz toplandığı, ölülerimiz gömüldüğü sürece yolsuzluklara göz yumduğumuz, hesap sormadığımız, denetlenebilirlik talep etmediğimiz için biz de suç ortağıyız nasıl olsa. Ama karşılığında da halkın birebir parçası olacağı şeffaf, denetlenebilir bir sistem, güvenilir taahhütler talep ediyoruz” diyebildiğimizde değişecek.
Hükümetlerin, devlet yetkililerinin halkın geçici bir süre için ve belli şartlar altında otorite ve sorumluluklar delege ettiği kamu hizmetlileri (public servants) olduğunu fark ettiğimizde değişecek.
“Türkiye’nin veya başka bir dış gücün ‘yardım’ına bağımlı olmak istemiyoruz, bunun için de vergi vermeye, içerde yatırım yapmaya, üretmeye hazırız” diyebildiğimizde değişecek. Yoksa istediğimiz kadar “işgal,” “vali istemiyoruz,” “hassiktir” diye bağıralım, içi boş, yine popülist siyaset.
3 yıllık program dayatıldı, imzalandı, “muhalefet” mecliste bütçe tartışıyor. Ekonomik bağımlılığı bir tarafa bırakın, kısa bir süre içinde su ve elektrik bağımlılığımız da garanti altına alınmış olacak. Yavaş yavaş dışardan gelen “yardım” belli ki kısılacak. Rant çarkını Türkiye devleti değil sermayesi döndürecek artık. “Muhalefet” nerde? En azından bir kısmı halkın vergileriyle ödenen maaşları ceplerinde, bu rantiyer devletin halkı uyutmak için dağıttığı menfaatlerin dağıtım merkezinde bütçe tartışıyor, “bunları kötü göstereyim, ben geleyim, biraz da ben yeyim, benimkilere dağıtayım” derdinde.
Halk uyanıp, geçici menfaat peşinde koşmayı bir tarafa bırakıp, var olan “muhalefet”in bu sistemin parçası olduğunu fark edip direnmeye başladığında değişecek bu sistem. “Bağımsızlık istiyorum, hükümete getirdiklerimin başkalarına değil bana hesap vermesini istiyorum, bedelini de ödemeye hazırım” diyebildiğinde değişecek. Halk siyasi çıkar kavgalarından medet ummayı bırakıp, politize olduğunda değişecek...

Dr. Ömür Yılmaz
7 Aralık 2012

Kaynaklar:
Beblawi, Hazem and Giacomo Luciani, eds. 1987. The Rentier State. London: Croom Helm.
Chaudhry, Kiren Aziz. 1994. “Economic Liberalization and the Lineages of the Rentier State.” Comparative Politics 27(1): 1-25.
Djankov, Simeon et al. 2006. “Does Foreign Aid Help?” Cato Journal 26(1): 1-28.
North, Douglass and Berry Weingast. 1989. “Constitutions and Commitment: The Evolution of Institutional Governing Public Choice in Seventeenth-Century England.” The Journal of Economic History 49(4): 803-832.
North, Douglass C. 1993. "Institutions and Credible Commitment." Journal of Institutional and Theoretical Economics 149 (1): 11-23.
Ross, Michael L. 2001. “Does Oil Hinder Democracy?” World Politics 53: 325-61.
Skocpol, Theda. 1982. “Rentier State and Shi’a Islam in the Iranian Revolution.” Theory and Society 11(3): 265-283.
Yates, Douglas Andrew. 1996. The Rentier State in Africa. NJ