Bir ülkede demokrasinin göstergesi ne seçimlerin hangi sıklıkla yapıldığı,
ne siyasi partilerin çeşitliliği ve sayısı, ne de hükümete geçen siyasilerin
hangi sıklıkla değiştiğidir. Örneğin, 32 yıl aynı Başkan/Cumhurbaşkanı
hükmettikten sonra her 5 yılda bir Cumhurbaşkanı değişirsiniz ama
demokratikleşmeden yana kayda değer hiçbir adım atmamış olabilirsiniz. Hükümet
kuran siyasi partiler için de aynı şey geçerli. Çünkü her ne kadar da popüler
kültür ve popülist siyaset demokrasi tartışmalarında temsiliyet kavramına dikkat çekse de (“demokrasi halkın/çoğunluğun
temsil edildiği yönetim biçimidir,” “X parti sizi temsil etmiyor, haklarınızı savunmuyor,
biz (Y parti) gelelim, biz sizi temsil edeceğiz,” vs.), demokraside en az temsiliyet kadar önemli bir diğer
kavram hesap verebilirliktir.
Devlet, bireylerin belli bir toplum sözleşmesi çerçevesinde (Anayasa,
yasalar) kurduğu bir yapı; hükümetler de yine bireylerin bu çerçevede görevlendirdiği, bu görev ve
sorumluluklarını yerine getirebilmeleri için de sınırlı güç ve irade bahşettiği
gruplardır. Demokrasinin seviye ve kalitesi açısından bu sözleşmenin içeriği
büyük önem taşır. Örneğin, evrensel insan hakları, eşitlik ve sosyal adalet
kavramlarıyla uyumlu mu? Ancak daha da önemli bir soru, halkın bu göreve
getirdiği kişi veya gruplardan var olan sözleşmeye uygun davranıp
davranmadıklarına dair ne derece hesap sorabildiğidir. Bir sözleşmenin sunduğu
karşılıklı hak ve sorumluluklar ne olursa olsun, “güvenilir taahhüt” (credible commitment) ilkesinin
gereklerini içermiyorsa hiçbir kıymeti yoktur.
Çalışan ve işveren arasında
imzalanan herhangi bir iş sözleşmesi düşünün. Çalışan, anlaşılan şartlar
çerçevesinde belli bir hizmet satacağını, işveren de bu hizmet karşılığında belli
bir ücret ve sosyal güvence sunacağını taahhüt eder. İki taraftan birisinin
sözleşmeyi ihlal etmesi durumunda diğer tarafın başvuracağı, hakkını arayacağı,
hesap soracağı bağımsız bir merci ve mekanizma yoksa imzalanan sözleşmenin
hiçbir anlamı yoktur. Devletle bireyler arasındaki sözleşme için de aynı şey
geçerlidir (siyaset biliminde bu konuda dönüm noktası sayılan çalışma için bkz.
North ve Weingast (1989)).
Güvenilir taahhüt iki şekilde sağlanabilir: Motivasyonel ve zorunlu (North
1993). Ya sözleşmeyi her durumda ilgili tarafların çıkarlarına uygun olacak ve
zaten sapmak istemeyecekleri bir şekilde tasarlarsınız (ki bunu sağlamak zordur
çünkü şartlar ve çıkarlar değişebilir, aktörler değişebilir, tarafların su
yüzünde olmayan çıkarları olabilir, vs.) ya da herhangi bir sapma durumunda
sözleşmeyi ihlal eden tarafın cezalandırılacağını garanti eder, adım atarken
yaptığı kar-zarar hesabında bu zararı da dikkate almasını sağlarsınız. Bu
ikinci yöntemin çalışabilir olması için de bağımsız hareket edecek denetim/şeffaflık ve cezalandırma mekanizmalarının varlığı
şarttır.
Demokrasilerde nasıl işler bu? Seçimlerle iktidara gelen her siyasetçinin
ve partinin birincil önceliği yeniden seçilmektir. Bunu kişisel çıkarlar için
de isteyebilir, belli bir kesimin veya toplumun genelinin çıkarlarını en iyi
şekilde koruduğuna inandığı için de.
Neticede sonuç aynı. Şeffaf
bir sistem içinde, halk yapılan yanlışlıklardan, sözleşme ihlalinden (içeriği
her ne ise) hem birey hem parti olarak kimi sorumlu tutacağını bilir, sandığa
gittiğinde de oyunu bu bilinçle kullanır. Hükümet edenler de seçmenin
kendilerini bu şekilde denetleyip cezalandırabileceğinin bilinciyle yaparlar
hesaplarını. Kısa dönemli çıkarları yasaların ihlalini cazip kılsa da, uzun
vadede iktidarı elde tutmak için halkla aralarındaki sözleşmeyi ihlal etmek işlerine
gelmez (motivasyonel).
Tabii ki hesap verebilirliği sadece seçim yoluyla (en “adil” seçim sistemi
dahi olsa) sağlamak yeterli değildir. Seçim aralarında da bağımsız denetim ve
yargı mekanizmalarıyla kontrol altında tutar ve cezalandırır demokrasilerde
halk ona bahşedilen gücü kötüye kullanan iktidarı. Şu anda Kuzey Kıbrıs’ta bu
mekanizmalar için gerekli yasal altyapının var olmadığını, var olan
mekanizmaların da gerektiği gibi çalışmadığını tartışmaya gerek yok sanırım.
Tek bir örnek üzerinden gidelim. Lefkoşa Belediyesi. Yolsuzluk yaptığı sayıştay
raporlarıyla ispatlanan ve yargı yoluyla cezalandırıl(a)mayan, yargının
cezalandırması durumunda bile görevden alınamayan bir belediye başkanı.
Belediyelerin işleyiş sistemleri şeffaf olmadığı için (örneğin halk belediye
meclisi toplantılarına katılabilmek için “özel davet” beklemek zorunda) ne
derecede suç ortağı olduğunu bilemediğiniz belediye meclis üyeleri. Hesap
sorabilirlik sıfır.
Peki neden değişemiyor bu sistem? Belediyeler örneğinden gidecek olursak,
yolsuz belediye yönetimlerinden hesap sorulabilmesi (hem denetim hem
cezalandırma) için gerekli yasal değişiklikler için neden harekete geçmiyor
mecliste koltuk işgal eden siyasi partiler? Neden demokratikleşemiyoruz?
1970 yılında Hossein Mahdavy’nin İran’da Şah Pehlevi dönemini tarif etmek
için “rantiye devlet” kavramını ortaya atmasının ardından, Orta Doğu ve
Afrika’yı çalışan birçok sosyal bilimci bölgede demokratikleşememeyi açıklamak
için “rantiye devlet” kuramını geliştirdi (ör. Beblawi ve Luciani 1987, Skocpol
1982, Yates 1996). Buna göre milli gelirin önemli bir kısmının petrol gibi
doğal yerel kaynakların ihracaatından elde edilmesi demokratikleşmenin önünde
önemli bir engeldir. Çok basit bir açıklaması var petrol-demokratikleşme
çelişkisinin. İktidarı elinde tutanlar, yapacakları icraatlar için (gerek kamu
yararına gerekse kişisel menfaat veya belirli kesimleri memnun etmek için)
halktan gelecek vergilere ne kadar az bağımlıysa, halkın taleplerine cevap
vermeme lüksü de o kadar büyüktür. Vergilendirme dışında elde ettiği maddi
kaynakları kullanarak kendine muhalif olabilecek kesimlerin destek ve onayını
satın alır, susturur. Kimse de “Benim verdiğim vergilerle ne yapıyorsun?
Kendine çeki düzen vermezsen sermayemi alıp giderim” diyerek iktidar üstünde
baskı kuramaz. Beyin ve sermaye göçü iktidarın sürdürülebilirliğini tehdit
etmez. Geride kalanlar da ya düşük vergi ve menfaat dağıtımıyla satın alınmış,
ya da yine vergi dışında kaynaklar kullanılarak baskı altına alınmış,
ezilmiştir.
Rantiye devlet kuramı ilk başlarda doğal zenginliklerin uzantısı olarak
geliştirilmiş olsa da, ilerleyen yıllarda birçok sosyal bilimci dış mali
yardımların da aynı rolü oynayabileceğini ortaya koymuştur (ör. Ross 2001, Djankov
et al. 2005). Hükümetler oy satın almak için ihtiyaçları olan kaynağın ne kadar
büyük bir kısmını vergilendirme yoluyla değil de dış kaynaklardan elde ederse,
halkın hükümetler üstünde hesap sorabilirliği o kadar düşük olacaktır. Hele de
dış kaynak gelmeye devam edecek gibi görünüyor ve kaynağı sunanlar da
demokratikleşme ve belli bir süreçte ekonomik olarak kendi ayaklarının üzerinde
durabilecek hale gelme önkoşulunu koymuyorsa (hatta bunun tam tersini de
destekliyor olabilir), hükümetler
dışardan gelen parayı (“rant”ı) halkı rahatlık/zenginlik içinde uyutmak,
uyutulamayanları da susturmak için kullanacaktır. Bir kısım da çekip gidecek, bu yapının kılı bile
kıpırdamayacaktır. Tanıdık geliyor mu?
Özellikle 1980’li yıllardan itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin insiyatifinde
kurulmuş bir rantiyer devlet(çik)tir KKTC. Ekonomik programları dikte etmekten
veya seçimleri etkilemekten çok daha derindir olay. Kiren Aziz Chaudhry’nin
(1994) yaptığı rantiye devlet analizinde ortaya koyduğu “dipolitize edilmiş
halk”ın mükemmel bir örneğiyiz.
“X parti hep kendi adamlarına dağıtıyor, benim partim gelsin de biraz da ben
yeyim” mantığından öteye gidemeyen bir toplum.
Siyasetle politikanın farkını bilmeyen, “ben şu politikaları, şu denetim
mekanizmalarını, hesap verebilirliği talep ediyorum, bunu vaat eden ve denetlenmeye
hazır olan kim varsa gelsin” diyemeyen.
“Sivil toplum örgütleri”nin, sendikalarının bile siyasallaştığı, bağlı
olduğu parti iktidara gelince hesap sormaktan vaz geçen, diğer partiden hesap
sormaya kalktığı zaman da güvenilirliğini ve gücünü kaybetmiş olan.
“Bizim derdimiz sandalye değil, biz insan hakları, adalet, temiz toplum,
temiz akademi, temiz siyaset, denetleme ve hesap verebilirlik istiyoruz” diyen
bağımsız örgütlenmelere uzaydan gelmiş gibi bakan, “hade söyle hangi parti?”
sorusundan öteye gidemeyen bir toplum.
Evrensel sol değerleri unutmuş, “yeterki benim cebimden vergi çıkmasın,
varsın başkaları yönetsin bizi, ama belki X’in değil de Y’nin egemenliği
altında daha zengin oluruz”dan öteye gidemeyen; yıllarca yüksek maaşlar, düşük
vergili lüks villalar ve lüks arabalarla ihya edilmiş, satın alınmış,
sağlaştırılmış bir “sol.”
Nasıl değişecek? “Biz Ziraat Bankası’nın kredisini istemiyoruz. Bedelini
ödemeye hazırız. Varsın bizden kesilecek vergilerle, ekstra ücretlerle,
hizmetlerin yeniden düzenlenmesiyle kapansın bu borç. Çöplerimiz toplandığı,
ölülerimiz gömüldüğü sürece yolsuzluklara göz yumduğumuz, hesap sormadığımız,
denetlenebilirlik talep etmediğimiz için biz de suç ortağıyız nasıl olsa. Ama karşılığında
da halkın birebir parçası olacağı şeffaf, denetlenebilir bir sistem, güvenilir
taahhütler talep ediyoruz” diyebildiğimizde değişecek.
Hükümetlerin, devlet yetkililerinin halkın geçici bir süre için ve belli
şartlar altında otorite ve sorumluluklar delege ettiği kamu hizmetlileri (public servants) olduğunu fark
ettiğimizde değişecek.
“Türkiye’nin veya başka bir dış gücün ‘yardım’ına bağımlı olmak
istemiyoruz, bunun için de vergi vermeye, içerde yatırım yapmaya, üretmeye
hazırız” diyebildiğimizde değişecek. Yoksa istediğimiz kadar “işgal,” “vali
istemiyoruz,” “hassiktir” diye bağıralım, içi boş, yine popülist siyaset.
3 yıllık program dayatıldı, imzalandı, “muhalefet” mecliste bütçe
tartışıyor. Ekonomik bağımlılığı bir tarafa bırakın, kısa bir süre içinde su ve
elektrik bağımlılığımız da garanti altına alınmış olacak. Yavaş yavaş dışardan
gelen “yardım” belli ki kısılacak. Rant çarkını Türkiye devleti değil sermayesi
döndürecek artık. “Muhalefet” nerde? En azından bir kısmı halkın vergileriyle ödenen
maaşları ceplerinde, bu rantiyer devletin halkı uyutmak için dağıttığı
menfaatlerin dağıtım merkezinde bütçe tartışıyor, “bunları kötü göstereyim, ben
geleyim, biraz da ben yeyim, benimkilere dağıtayım” derdinde.
Halk uyanıp, geçici menfaat peşinde koşmayı bir tarafa bırakıp, var olan
“muhalefet”in bu sistemin parçası olduğunu fark edip direnmeye başladığında
değişecek bu sistem. “Bağımsızlık istiyorum, hükümete getirdiklerimin
başkalarına değil bana hesap vermesini istiyorum, bedelini de ödemeye hazırım”
diyebildiğinde değişecek. Halk siyasi çıkar kavgalarından medet ummayı bırakıp,
politize olduğunda değişecek...
Dr. Ömür Yılmaz
7 Aralık 2012
Kaynaklar:
Beblawi,
Hazem and Giacomo Luciani, eds. 1987. The
Rentier State. London: Croom Helm.
Chaudhry,
Kiren Aziz. 1994. “Economic Liberalization and the Lineages of the Rentier
State.” Comparative Politics 27(1): 1-25.
Djankov,
Simeon et al. 2006. “Does Foreign Aid Help?” Cato Journal 26(1): 1-28.
North,
Douglass and Berry Weingast. 1989. “Constitutions and Commitment: The Evolution
of Institutional Governing Public Choice in Seventeenth-Century England.” The Journal of Economic History 49(4):
803-832.
North, Douglass C. 1993.
"Institutions and Credible Commitment." Journal of Institutional and Theoretical Economics 149 (1): 11-23.
Ross, Michael L. 2001. “Does
Oil Hinder Democracy?” World Politics
53: 325-61.
Skocpol, Theda. 1982.
“Rentier State and Shi’a Islam in the Iranian Revolution.” Theory and Society 11(3): 265-283.
Yates, Douglas Andrew. 1996. The
Rentier State in Africa. NJ