Saturday, May 12, 2012

GANİMET KÜLTÜRÜNÜN EVRİMİ: RUM MALLARINI GASPTAN, ENTELLEKTÜEL KAP-KAÇCILIĞA



Umut Özkaleli - uozkalel@gmail.com


Aylardır düşünüyorum. Bir intihal vakasından diğerine, sol çevrelerin bu fikir hırsızlığı meselesine kayıtsızlığı ve sessizliği düşündürüyor beni. Belki, anlamlandırırsak ve irdelersek, kökündeki sebepleri bulursak yüzleşiriz ve ayna tutarız kendimize. Kim bilir zor da olsa bu yüzleşmeyle tutumumuzu değiştiririz ve hırsızlığa olur veren bir insan grubu olmaktan çıkarız.

İntihal, bir kişinin başka bir kişi ya da kişilerin ürettiği fikirleri kaynak göstermeden kendine ait fikirlermiş gibi kullanmasıdır. Yazılı metinde yapıldığında özgün bir fikrin içeriğini kullanmak ya da direk olarak bir başkasının yazdığı cümleleri ve paragrafları kelime kelime alıp kullanmak şeklinde yapılabilir. Yasal olarak tanımlanmış bir suçtur.

İntihal, en basit ifadesi ile entellektüel hırsızlıktır. Birisinin çantasını açıp içinden parasını çalmakla entellektüel olarak birisinin aidiyetinde olan fikirlerini çalmak aynı şekilde hırsızlıktır. Bana göre hırsızlıktan da öte tecavüzdür. Çünkü aslında bir insanın beynine zorla girip aidiyetini ve bütünlüğünü işgal ve ihlal etmektir.

Dergilerin, gazetelerin yayınladıkları yazıları titizlikle gözden geçirmesi, çalıntı yazıların mümkün olduğunca temizlenmesi sorumluluklarıdır. Ancak her zaman bu tip çalıntı yazılar basım aşamasında fark edilememektedir. Bundan yayın organlarının sorumlu olmamasının yolu, tespit edilmiş intihal olaylarını bir an önce deşifre etmek, yayın organının bu tip etik dışı ve mülkiyet haklarını ihlal eden davranışları kınadığını açıklamak, gerçek yazarların ve kamunun bilgilenmesini sağlamak, bunu yaptığı tespit edilen kişilere bir daha sayfalarını açmamak ve en başından intihalle ilgili prensiplerini yazarlarına açık bir dille ifade etmektir. Bunu yapmadıkları taktirde kendileri de intihalin iştirakçileri ve kabul edenleri haline gelmektedir.

Ülkemizde artık sıklıkla rastlanan intihal olaylarında algımız genellikle “yapan kimdir?” “‘bizden’ midir?” “arkadaşımız mıdır?” gibi sorular eksenindedir. Politik olarak karşımızda duran birisi, “bize” ait olmayan bir gazetede ya da dergide yazsa aylarca söyleyeceğimiz, tüm saygınlığını yok etmek için kullanacak bir malzeme olarak göreceğimiz bu durum, “bizden” biri yaparsa hiç duymamazlıktan geldiğimiz, yakalansa bile kişinin herhangi bir bedel ödemediği, saygı ve güven kaybına uğramadığı sıradan bir olaya dönüştürülmekte, kamuya bir zararı olduğu hiç düşünülmemektedir. Birisinin yazısını paragraf paragraf kesmek, kendi dökümanımıza yapıştırmak “yanlışlık” olabilecek bir durum değildir.

Bilinmesi ve üzerinde durulması gereken en önemli noktalardan biri, bu konunun ‘bireyler arasında uyuşmazlık ve anlaşmazlık’ meselesi olmadığı, yapana göre fena bir iş olup olmadığı yaklaşımından hareket etmenin toplum olarak da saygınlığımızı zedelediğidir. Söz konusu olan ilişkiler ve arkadaşlıklar değildir. Başkasının maaşını çaldığını bildiğiniz birini arkadaşınız diye korur musunuz? Başkasına tecavüz eden birini arkadaşınız diye gerekli mercilere bildirmez misiniz? Bildirmezseniz siz de bunun parçası olmaz mısınız? Bu konu kamusal bir konudur ve haklarla alakalıdır. Kamusal alanda masum başkalarının hakkı çiğnenmiştir ve bu, yazıların çıktığı künyelerin altına adını atanların kurdukları alan kullanılarak yapılmaktadır. Aslında künye sahiplerinin de, eğer kendileri intihali sorun görüyorlarsa, güveni ve hakları çiğnenmektedir. Ancak görülen odur ki, kendi bünyesinde intihal yapanlara “sahte” ve samimiyetsiz özürler yazdıran ve neredeyse durumu deşifre etmek zorunda kalmaktan ötürü intihalciye özrü bir borç bilen yayın kurullarına baktığımda bu tutumun intihalin ‘meşru olabileceği haller’ olduğu düşüncesinin var olabileceği ihtimalini gündeme getirmektedir. Sanırım bu meşrulaştırma algısından ötürü intihale kayıtsız ve kaygısız kalınabilmektedir.

Bizler bilim insanıysak, sanatçıysak, edebiyatçıysak, fikir üretiyorsak, o fikrin üretilme noktasının nasıl sancılı ve zor olduğunu biliyoruz demektir. Tam da o sebepten üretilen fikirlerin çalınmasının ne vahim, ne büyük hak ihlali olduğunu biliyoruz demektir ve ona sessiz kalmamamız gerekmektedir. Sessiz kalmanın ötesinde bu konunun peşine düşmek, bunun yasal zeminini hazırlayıp cezai yaptırım istemek ve intihalcilere yazım kapısını kapatmak sorumluluğumuzdur ve bu alanda yapabileceğimiz en büyük aktivizimdir.

Bizler ne de olsa bireyin haklarının toplumsal haklarla derin ilintisinin ayırdında solcularız. İşte tam o sebepten beden ve beyin mülküyetinin mersedesler ve havuzlu villalardan çok daha önemli bir mülkiyeti ifade ettiğinin ayırdında hareket etmek zorundayız. Komşumuzun villasına giren hırsızı polise ihbar ettiğimiz gibi yayın organlarımızın içinde de hırsızlara karşı adımlar atmak durumundayız. Bu bilinç bizi ne kadar seversek sevelim çevremizdeki bireylerin kamusal alanda yaptığı hak ihlallerine susmamak, sessiz kalmamak, onay vermemek, ne kadar zor olursa olsun göz ardı etmemek noktasına götürmelidir. Ama Kıbrıslı Türklerin içinde kendi kendinden “entellektüel ve aydın” diye bahseden insanların intihalle ilgili kaygısızlığı bu zorunluluklarla kendilerini yükümlü görmediklerini de ortaya sermektedir. Bu kaygı verici kayıtsızlığın nedenini sorgulamak gerekmektedir.

Etik derslerinin eksikliği çok önemli bir sebep gibi duruyor ilk aşamada. Etikle ilgili düşünmeye sevk edilen her insan “güçlüden mi haklından mı” yana olmanın klişeleşmiş bir sözün ötesinde karşılaşğımız kavramlara nepotizim, bencil, kendicil ve çıkar eksenli yaklaşmanın kabul edilmezliğini görmeye başlar. Davranışı kimin yaptığına göre değerlendirmek değil, davranışın kendisinin prensipte etik dışı olup olmadığı ile karar vermemiz gerektiği konusunda bize yol gösterir.

Ancak toplumsal hayata bakmak için şekillendirilmiş beynim kaçınılmaz olarak beni savaş, ganimet ve maduriyet politikaları ekseninde kendi yetisi olmadığına kendini inandırmış kolektifimize döndürüyor. İntihalciliğin ve bunun kurumsal ve sistemik olarak sessizce meşrulaştırılmasının solun eleştirir gibi yaptığı ama derin bir şekilde içselleştirdiği ganimet ve Rum bireylerin mallarına konmayla yüzleşememesi ile de derin ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Rum insanlara ait malları babamızın-anamızın malı gibi kullanırken, o malları satmamız sayesinde memur maaşıyla havuzlu villa sahibi olabilirken yüzümüz kızarmadı hiç. Kapitalizme çok karşı olduğunu söyleyen solcularımız, ben “sosyalistim” diye ağzını dolduran insanlar bile mülk sahibi olurken Rum bireylerin özel mülklerine ve mülkiyet haklarına aldırmadılar. Türkiye ve Denktaş politikaları dediler adına, o yanlış politikaları kendi inanmadıkları sağın yerleştirdiğini tespit etmenin rahatlığı içinde bu sisteme ne denli entegre olduklarını sorgulamadılar bile. Sorgulayanların önemli bir kısmı da incelerseniz bu sistemden istese de pay alamamış olanlardır. Yani bilinçli şekilde yağmacılık üzerinden bireylerin hakkını gasp etmeyen çok fazla da insan bulamayız bu ülkede. Bulabilseydik bunca mersedes ve BMW olur muydu etrafımızda? Ya da bunca havuzlu villa? Solcular varoluş mitingleri ilk başladığında külüstür arabacıklarla başlayıp, başkaldırıyı iktidara döndürüp o iktidarın sonunda da aile fertlerine cipler alarak bitirebilirler miydi iktidarlarını?

Herkes bu ganimet kültüründen konuşur da solcular bu ganimet kültüründen kendileri nasıl içselleştirilmiş bir sessizleşme geliştirdiklerini, kendi kendini entellektüel ve aydın ilan ederken nasıl beğenmedikleri, horladıkları ve kendilerinden aşağıda gördükleri Türkiye’deki yazarlardan, master öğrencilerinden çalınan fikirleri mesele etmediklerini pek görmezler. Türkiyeli biri Kıbrıslı birinin fikirlerini çalarsa ama seyreyleyeceğiz gümbürtüyü! Mağduriyet politikaları “bizim” tarafımızdan yapılan fikir hırsızlığını bile meşrulaştırır boyuttadır. Bu meşrulaştırmanın solun içine sirayet ettiğinin ortaya çıkması sessizlikle bastırmaya çalışılır.

Başkasının fikirlerini çalanlar dünyanın her yerinde vardır. Biz tek değiliz. Ama çalma işi ortaya çıktıktan sonra hala toplum içinde aynı yerlerde yazabilen, aynı çevrelerde iş bulabilen, aynı çevrelerde kabul görebilen intihalcilerin olduğu toplumlardan biri olma özelliğimiz işleri biraz daha vahim hale getiriyor bizim için. Başka memleketlerde siyasetçi görevinden istifa eder, akademik ünvanı varsa ünvanını kaybeder ve o alanlarda artık çok fazla bir etkinlik gösteremez. Bizde ise kendi ganimetçi ve gasp etmek hakkını mağduriyet politikaları içinde geliştiren solcu ise, yapan kendiyse herkesten çok şaşıran, intihalin yazısında “yapılmış” olduğunu kabul eden bir haldedir. Sanki intihal uzaydan inerek sayfalarımıza karışştır, bizim dahlimiz yoktur bu işle, tıpkı Rum bireylerin malını mülkünü bizim için gasp eden sağ politikacılar gibi. Dahası intihal için özür dilenirken alnın açık, gönlün ferah olduğunu söyleyenlerin özrü kafi geliyor bize, hatta bu açıklamaları intihali önemseyen insanların baskısıyla yapmak zorunda kaldığımız için intihalcilerden özür de dileyebiliyoruz. Tıpkı Rum mallarını sata sata edindiğimiz para, zenginlik, ev ve arabları kullanırken birleşik Kıbrıs ideali için hayatımızı harcadığımıza kendimizi ve başkalarını inandırıken yaptığımız gibi.

Bizim toplum olarak yüzleşmemiz gerken çok şey var. İntihali dert etmek de o yüzleşmelerin sadece bir parçasıdır. “İntihal yaparım ama ben fikri üretmenin ilkelerine hep uyarım, alnım da ak” diyenlere ve onların bu sözünü taraflılık adına, “bizden kötü birşey çıkmaz, biz çok iyiyiz, iyi niyetliyiz, o yüzden susmamız da toleransımızın işaretidir bu yüzden yayınlamaya devam ettiğimizde alnımız ak” diyenlere de alternatif üretecek olan, bu çarpıklığı gören ve dur diyecek olan herkesin çığlık çığğa bağırması gereken birşey var bu ülkede “nerede bu alın ak, olsa olsa bu toplumun itici gücü aydınlar ve entellektüller olarak ar damarları çatlak”.

No comments:

Post a Comment