Saturday, December 15, 2012

Mağara, Mutlu Köleler ve "Deli"ler

Yeraltında büyükçe bir mağarada yaşıyor olduğumuzu düşünelim. Mağaranın bir duvarının hemen önünde zincirlere bağlanmış şekilde yaşıyor insanlar. Kafalarını arkaya döndürüp mağaranın gerisinde ne olup bittiğini, hatta yaşadıklarının dışarıya açılan kapısı olan bir mağara olduğunu görmeleri mümkün değil. Arkalarında, daha yukarıda, yanan bir ateş var. Ateşle kölelerin arasında mağaradan dışarıya açılan kapıya bağlanan bir platform. Dışarıdaki dünyada hayat devam ediyor ve bu platformu kullanarak girip çıkıyor insanlar, hayvanlar, araçlar vs. mağaraya. Kukla rölündedirler aslında. Mağarada yaşayan insanlar hayatları boyunca burda yaşamışlar, zincir altında. Mağaradan gelip geçenlerin sadece karşılarındaki duvara yansıyan gölgelerini görerek ve mağarada yankılanan seslerini duyarak. Onlar için “gerçek” bu gölgeler ve bu yankılar.

                                          Alıntı: http://www.beyng.com/RichardCapobiancoInterview.html
Bir gün mağara sakinlerinden birisi bir şekilde zincirlerinden kurtuluyor. Şans? Zeka? Fiziksel güç? Mağaradaki düzeni bozmaya çalışan başkalarının oyunu? O kadar da önemli değil. Yanan ateşi ve yukardaki platformdan geçen anlamlandıramadığı şeyleri görüyor ilk önce. Mağaradan çıktığında gözleri kamaşıyor, hiçbir şey göremiyor bir sure. Malum hiç güneş ışığı görmemiş, gözleri karmaşıyor, herşey karanlık, herşey anlamsız. Gözleri ışığa alıştıkça, renkleri ve detayları ile etrafındaki nesneleri görmeye başlıyor. Bir sure sonra anlıyor… Mağaradaki “gerçekler” gerçeklerin yansımasıymış, duyusal bir aldatmacaymış.
Heyecanla içeriye giriyor mağarada yaşayanlara gördüklerini, farkettiklerini anlatmak için. Güneş ışığından karanlığa girince bir süre hiçbirşey göremiyor, diğerlerinin konuşmalarını, tartışmalarını anlamlandıramıyor. Ama bir taraftan da anlatmaya çalışıyor: “Arkadaşlar bu gördükleriniz, duyduklarınız gerçek değil! Sadece gölge, yanıltmaca!” “Uuu bu gitti geldi, kör oldu, deli oldu, saçmalıyor!” diyor diğerleri…
Tabii ki bu hikayeyi ben uydurmadım. MÖ 427-347 yıllarında yaşamış Plato’nun Devlet eserinde yer alan, Socrates’in Glauton’a anlattığı Mağara Alegorisi bu. Hikayenin devamında farkeden ve diğerlerine farkettirmek için geri dönen kişinin yılmadan doğruları anlatmaya çalışmasını, meydanı gölgeler hakkında savaşarak güç mücadelesi veren yöneticilere bırakmaması gerektiğini öğütlüyor Socrates.
Bizim “yöneticiler” ve/veya asıl mağara tiyatrosunun yöneticileri (mağarada yönetici gibi görünenlerin okuyup anlayabildiklerinden şüpheliyim) Plato’yu iyi çalışmış olmalılar ki  gölgelerin ve yankıların arkasındaki gerçekleri söyleyenleri mağarada yaşatmamak için bayağı bir enerji ve kaynak harcıyorlar.
Peki neleri göremiyor mağara insanları biraz örnek verelim…
Dışarıdaki dünyada birilerinin etnik kökeninden, dilinden, dininden, doğduğu coğrafyadan dolayı sömürdüğü, ezdiği insanlar, çocuklar, anaları, babaları var örneğin. Göç ediyorlar, etmeye zorlanıyorlar, bu mağaradan geçiyor yolları. Bizim arkamızda yanan ateşin önündeki yoldan geçiyor bu çocuklar. Kimisi mendil satıyor, kimisi tartıyla sokakları geziyor, kimisi güvercin yakalıyor, kimisi kömür ocağında çalışıyor, kimisi de bakkaldan çukulata aşırtıyor bir öğün daha karnını doyurabilmek için. Kimisi evde ve okulda yediği dayağa dayanamayıp, sokakta yaşamaya başlıyor, bedenini satıyor bir süre sonra aç kalmamak, kışta çorapsız kalmamak için.
Mağara insanları ise karşılarındaki duvarda sadece dev gibi gölgelerini görüyor. “Bunlar kocaman! Bunlar bize tehdit!” diyorlar. İsim de veriyorlar bu çocuklara. İşgal. Düşman.
Bu sadece bir örnek. Benim için “gerçeği anlatamazsam, elimden birşey gelmezse çeker giderim” ehemmiyetinde bir örnek. Ama ne yazık ki tek değil. “Demokrasi”yi, “mücadele”yi, “akademi”yi, “tarih”i, “politika”yı, “sol”u, “özgürlük”ü hep gölgelerle tanımladı bugüne kadar bu toplum. Aksini anlatmaya çalışanlara da “Uuu bu gitti geldi, deli oldu, saçmalıyor!” diyor. İşinden ediyor, yaşam hakkını elinden alıyor. Bezdirmek, mağaradan göndermek için elinden geleni yapıyor. Bir zamanlar “milli bütünlüğü bozuyorsun” üzerinden dönüyordu hain suçlamaları, şimdi “solu bölüyorsun,” “sen örgütlülüğe” karşısın üzerinden. Sonuç aynı.
“Özgürlüğün en büyük düşmanı mutlu kölelerdir” demiş Maria von Ebner-Eschenbach. Sanki de bizim mağara için söylemiş. Yıllardır prangalar altında ama lüks arabalarıyla, havuzlu villalarıyla, çocuğunu mağaranın dışına gönderebilmekle (ama gerip dönüp ailenin yaşam tarzını devam ettirmesi, şirketi devralması, dışarıda gördüğü gerçekleri unutması şartıyla!) tatmin olmuş bir yığın insan.
Bu akşam televizyonda gördüm (gölgenin gölgesi). Yerli kanallardan birinde sokakta bir amcaya soruyorlar: “Erken seçim olursa ne yapacaksın?” “Bugüne kadar hep UBP’ye verdim ben, ama artık vermem, sandığa da gitmem artık. Hatta sakın gelmesinler, kapımın önünden bile geçmesinler!” Sebebi sorulunca, “bir işim düştü İrsen’e gittim, 3-4 defa gittim o yolu, saatlernan da bekledim, hani hiçbirşey olmadı!” diye açıklıyor.
Uzun bir süredir ilk defa ciddi bir güvensizlik var sisteme karşı halkta. Bu amcanın söylediğinden yola çıkarsak “doğru” sebeplerden olmayabilir bu güvensizlik, tatminsizlik, mutsuzluk. Ama yine de var. Mesele mağaranın dışını görmüş “deli”lerin farkındalıklarından doğan gücü var olan kölelik ve aldatma sistemini ele geçirmek için mi yoksa yok etmek için mi kullanacakları. “Deli”lerin çoğunluğu birinci yolu seçerse, geriye kalan “deli”ler ya kalıp neticede “topluma/sisteme zararlıdırlar” gerekçesiyle zindan içinde zindana hapsedilmeyi bekleyecekler, ya da bu mağaradan çekip gidecekler. Mutlu köleler esaretleriyle mutlu olmaya devam etsinler…

Dr. Ömür Yılmaz

Friday, December 7, 2012

Rantiye Devlet: Neden Demokratikleşemiyoruz?


Bir ülkede demokrasinin göstergesi ne seçimlerin hangi sıklıkla yapıldığı, ne siyasi partilerin çeşitliliği ve sayısı, ne de hükümete geçen siyasilerin hangi sıklıkla değiştiğidir. Örneğin, 32 yıl aynı Başkan/Cumhurbaşkanı hükmettikten sonra her 5 yılda bir Cumhurbaşkanı değişirsiniz ama demokratikleşmeden yana kayda değer hiçbir adım atmamış olabilirsiniz. Hükümet kuran siyasi partiler için de aynı şey geçerli. Çünkü her ne kadar da popüler kültür ve popülist siyaset demokrasi tartışmalarında temsiliyet kavramına dikkat çekse de (“demokrasi halkın/çoğunluğun temsil edildiği yönetim biçimidir,” “X parti sizi temsil etmiyor, haklarınızı savunmuyor, biz (Y parti) gelelim, biz sizi temsil edeceğiz,” vs.), demokraside en az temsiliyet kadar önemli bir diğer kavram hesap verebilirliktir.
Devlet, bireylerin belli bir toplum sözleşmesi çerçevesinde (Anayasa, yasalar) kurduğu bir yapı; hükümetler de yine bireylerin bu çerçevede görevlendirdiği, bu görev ve sorumluluklarını yerine getirebilmeleri için de sınırlı güç ve irade bahşettiği gruplardır. Demokrasinin seviye ve kalitesi açısından bu sözleşmenin içeriği büyük önem taşır. Örneğin, evrensel insan hakları, eşitlik ve sosyal adalet kavramlarıyla uyumlu mu? Ancak daha da önemli bir soru, halkın bu göreve getirdiği kişi veya gruplardan var olan sözleşmeye uygun davranıp davranmadıklarına dair ne derece hesap sorabildiğidir. Bir sözleşmenin sunduğu karşılıklı hak ve sorumluluklar ne olursa olsun, “güvenilir taahhüt” (credible commitment) ilkesinin gereklerini içermiyorsa hiçbir kıymeti yoktur. 
Çalışan ve işveren arasında imzalanan herhangi bir iş sözleşmesi düşünün. Çalışan, anlaşılan şartlar çerçevesinde belli bir hizmet satacağını, işveren de bu hizmet karşılığında belli bir ücret ve sosyal güvence sunacağını taahhüt eder. İki taraftan birisinin sözleşmeyi ihlal etmesi durumunda diğer tarafın başvuracağı, hakkını arayacağı, hesap soracağı bağımsız bir merci ve mekanizma yoksa imzalanan sözleşmenin hiçbir anlamı yoktur. Devletle bireyler arasındaki sözleşme için de aynı şey geçerlidir (siyaset biliminde bu konuda dönüm noktası sayılan çalışma için bkz. North ve Weingast (1989)).
Güvenilir taahhüt iki şekilde sağlanabilir: Motivasyonel ve zorunlu (North 1993). Ya sözleşmeyi her durumda ilgili tarafların çıkarlarına uygun olacak ve zaten sapmak istemeyecekleri bir şekilde tasarlarsınız (ki bunu sağlamak zordur çünkü şartlar ve çıkarlar değişebilir, aktörler değişebilir, tarafların su yüzünde olmayan çıkarları olabilir, vs.) ya da herhangi bir sapma durumunda sözleşmeyi ihlal eden tarafın cezalandırılacağını garanti eder, adım atarken yaptığı kar-zarar hesabında bu zararı da dikkate almasını sağlarsınız. Bu ikinci yöntemin çalışabilir olması için de bağımsız hareket edecek denetim/şeffaflık ve cezalandırma mekanizmalarının varlığı şarttır.
Demokrasilerde nasıl işler bu? Seçimlerle iktidara gelen her siyasetçinin ve partinin birincil önceliği yeniden seçilmektir. Bunu kişisel çıkarlar için de isteyebilir, belli bir kesimin veya toplumun genelinin çıkarlarını en iyi şekilde koruduğuna inandığı için de.  Neticede sonuç aynı.  Şeffaf bir sistem içinde, halk yapılan yanlışlıklardan, sözleşme ihlalinden (içeriği her ne ise) hem birey hem parti olarak kimi sorumlu tutacağını bilir, sandığa gittiğinde de oyunu bu bilinçle kullanır. Hükümet edenler de seçmenin kendilerini bu şekilde denetleyip cezalandırabileceğinin bilinciyle yaparlar hesaplarını. Kısa dönemli çıkarları yasaların ihlalini cazip kılsa da, uzun vadede iktidarı elde tutmak için halkla aralarındaki sözleşmeyi ihlal etmek işlerine gelmez (motivasyonel).
Tabii ki hesap verebilirliği sadece seçim yoluyla (en “adil” seçim sistemi dahi olsa) sağlamak yeterli değildir. Seçim aralarında da bağımsız denetim ve yargı mekanizmalarıyla kontrol altında tutar ve cezalandırır demokrasilerde halk ona bahşedilen gücü kötüye kullanan iktidarı. Şu anda Kuzey Kıbrıs’ta bu mekanizmalar için gerekli yasal altyapının var olmadığını, var olan mekanizmaların da gerektiği gibi çalışmadığını tartışmaya gerek yok sanırım. Tek bir örnek üzerinden gidelim. Lefkoşa Belediyesi. Yolsuzluk yaptığı sayıştay raporlarıyla ispatlanan ve yargı yoluyla cezalandırıl(a)mayan, yargının cezalandırması durumunda bile görevden alınamayan bir belediye başkanı. Belediyelerin işleyiş sistemleri şeffaf olmadığı için (örneğin halk belediye meclisi toplantılarına katılabilmek için “özel davet” beklemek zorunda) ne derecede suç ortağı olduğunu bilemediğiniz belediye meclis üyeleri. Hesap sorabilirlik sıfır.
Peki neden değişemiyor bu sistem? Belediyeler örneğinden gidecek olursak, yolsuz belediye yönetimlerinden hesap sorulabilmesi (hem denetim hem cezalandırma) için gerekli yasal değişiklikler için neden harekete geçmiyor mecliste koltuk işgal eden siyasi partiler? Neden demokratikleşemiyoruz?
1970 yılında Hossein Mahdavy’nin İran’da Şah Pehlevi dönemini tarif etmek için “rantiye devlet” kavramını ortaya atmasının ardından, Orta Doğu ve Afrika’yı çalışan birçok sosyal bilimci bölgede demokratikleşememeyi açıklamak için “rantiye devlet” kuramını geliştirdi (ör. Beblawi ve Luciani 1987, Skocpol 1982, Yates 1996). Buna göre milli gelirin önemli bir kısmının petrol gibi doğal yerel kaynakların ihracaatından elde edilmesi demokratikleşmenin önünde önemli bir engeldir. Çok basit bir açıklaması var petrol-demokratikleşme çelişkisinin. İktidarı elinde tutanlar, yapacakları icraatlar için (gerek kamu yararına gerekse kişisel menfaat veya belirli kesimleri memnun etmek için) halktan gelecek vergilere ne kadar az bağımlıysa, halkın taleplerine cevap vermeme lüksü de o kadar büyüktür. Vergilendirme dışında elde ettiği maddi kaynakları kullanarak kendine muhalif olabilecek kesimlerin destek ve onayını satın alır, susturur. Kimse de “Benim verdiğim vergilerle ne yapıyorsun? Kendine çeki düzen vermezsen sermayemi alıp giderim” diyerek iktidar üstünde baskı kuramaz. Beyin ve sermaye göçü iktidarın sürdürülebilirliğini tehdit etmez. Geride kalanlar da ya düşük vergi ve menfaat dağıtımıyla satın alınmış, ya da yine vergi dışında kaynaklar kullanılarak baskı altına alınmış, ezilmiştir.
Rantiye devlet kuramı ilk başlarda doğal zenginliklerin uzantısı olarak geliştirilmiş olsa da, ilerleyen yıllarda birçok sosyal bilimci dış mali yardımların da aynı rolü oynayabileceğini ortaya koymuştur (ör. Ross 2001, Djankov et al. 2005). Hükümetler oy satın almak için ihtiyaçları olan kaynağın ne kadar büyük bir kısmını vergilendirme yoluyla değil de dış kaynaklardan elde ederse, halkın hükümetler üstünde hesap sorabilirliği o kadar düşük olacaktır. Hele de dış kaynak gelmeye devam edecek gibi görünüyor ve kaynağı sunanlar da demokratikleşme ve belli bir süreçte ekonomik olarak kendi ayaklarının üzerinde durabilecek hale gelme önkoşulunu koymuyorsa (hatta bunun tam tersini de destekliyor olabilir),  hükümetler dışardan gelen parayı (“rant”ı) halkı rahatlık/zenginlik içinde uyutmak, uyutulamayanları da susturmak için kullanacaktır.  Bir kısım da çekip gidecek, bu yapının kılı bile kıpırdamayacaktır. Tanıdık geliyor mu?
Özellikle 1980’li yıllardan itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin insiyatifinde kurulmuş bir rantiyer devlet(çik)tir KKTC. Ekonomik programları dikte etmekten veya seçimleri etkilemekten çok daha derindir olay. Kiren Aziz Chaudhry’nin (1994) yaptığı rantiye devlet analizinde ortaya koyduğu “dipolitize edilmiş halk”ın mükemmel bir örneğiyiz.
“X parti hep kendi adamlarına dağıtıyor, benim partim gelsin de biraz da ben yeyim” mantığından öteye gidemeyen bir toplum.
Siyasetle politikanın farkını bilmeyen, “ben şu politikaları, şu denetim mekanizmalarını, hesap verebilirliği talep ediyorum, bunu vaat eden ve denetlenmeye hazır olan kim varsa gelsin” diyemeyen.
“Sivil toplum örgütleri”nin, sendikalarının bile siyasallaştığı, bağlı olduğu parti iktidara gelince hesap sormaktan vaz geçen, diğer partiden hesap sormaya kalktığı zaman da güvenilirliğini ve gücünü kaybetmiş olan.
“Bizim derdimiz sandalye değil, biz insan hakları, adalet, temiz toplum, temiz akademi, temiz siyaset, denetleme ve hesap verebilirlik istiyoruz” diyen bağımsız örgütlenmelere uzaydan gelmiş gibi bakan, “hade söyle hangi parti?” sorusundan öteye gidemeyen bir toplum.
Evrensel sol değerleri unutmuş, “yeterki benim cebimden vergi çıkmasın, varsın başkaları yönetsin bizi, ama belki X’in değil de Y’nin egemenliği altında daha zengin oluruz”dan öteye gidemeyen; yıllarca yüksek maaşlar, düşük vergili lüks villalar ve lüks arabalarla ihya edilmiş, satın alınmış, sağlaştırılmış bir “sol.”
Nasıl değişecek? “Biz Ziraat Bankası’nın kredisini istemiyoruz. Bedelini ödemeye hazırız. Varsın bizden kesilecek vergilerle, ekstra ücretlerle, hizmetlerin yeniden düzenlenmesiyle kapansın bu borç. Çöplerimiz toplandığı, ölülerimiz gömüldüğü sürece yolsuzluklara göz yumduğumuz, hesap sormadığımız, denetlenebilirlik talep etmediğimiz için biz de suç ortağıyız nasıl olsa. Ama karşılığında da halkın birebir parçası olacağı şeffaf, denetlenebilir bir sistem, güvenilir taahhütler talep ediyoruz” diyebildiğimizde değişecek.
Hükümetlerin, devlet yetkililerinin halkın geçici bir süre için ve belli şartlar altında otorite ve sorumluluklar delege ettiği kamu hizmetlileri (public servants) olduğunu fark ettiğimizde değişecek.
“Türkiye’nin veya başka bir dış gücün ‘yardım’ına bağımlı olmak istemiyoruz, bunun için de vergi vermeye, içerde yatırım yapmaya, üretmeye hazırız” diyebildiğimizde değişecek. Yoksa istediğimiz kadar “işgal,” “vali istemiyoruz,” “hassiktir” diye bağıralım, içi boş, yine popülist siyaset.
3 yıllık program dayatıldı, imzalandı, “muhalefet” mecliste bütçe tartışıyor. Ekonomik bağımlılığı bir tarafa bırakın, kısa bir süre içinde su ve elektrik bağımlılığımız da garanti altına alınmış olacak. Yavaş yavaş dışardan gelen “yardım” belli ki kısılacak. Rant çarkını Türkiye devleti değil sermayesi döndürecek artık. “Muhalefet” nerde? En azından bir kısmı halkın vergileriyle ödenen maaşları ceplerinde, bu rantiyer devletin halkı uyutmak için dağıttığı menfaatlerin dağıtım merkezinde bütçe tartışıyor, “bunları kötü göstereyim, ben geleyim, biraz da ben yeyim, benimkilere dağıtayım” derdinde.
Halk uyanıp, geçici menfaat peşinde koşmayı bir tarafa bırakıp, var olan “muhalefet”in bu sistemin parçası olduğunu fark edip direnmeye başladığında değişecek bu sistem. “Bağımsızlık istiyorum, hükümete getirdiklerimin başkalarına değil bana hesap vermesini istiyorum, bedelini de ödemeye hazırım” diyebildiğinde değişecek. Halk siyasi çıkar kavgalarından medet ummayı bırakıp, politize olduğunda değişecek...

Dr. Ömür Yılmaz
7 Aralık 2012

Kaynaklar:
Beblawi, Hazem and Giacomo Luciani, eds. 1987. The Rentier State. London: Croom Helm.
Chaudhry, Kiren Aziz. 1994. “Economic Liberalization and the Lineages of the Rentier State.” Comparative Politics 27(1): 1-25.
Djankov, Simeon et al. 2006. “Does Foreign Aid Help?” Cato Journal 26(1): 1-28.
North, Douglass and Berry Weingast. 1989. “Constitutions and Commitment: The Evolution of Institutional Governing Public Choice in Seventeenth-Century England.” The Journal of Economic History 49(4): 803-832.
North, Douglass C. 1993. "Institutions and Credible Commitment." Journal of Institutional and Theoretical Economics 149 (1): 11-23.
Ross, Michael L. 2001. “Does Oil Hinder Democracy?” World Politics 53: 325-61.
Skocpol, Theda. 1982. “Rentier State and Shi’a Islam in the Iranian Revolution.” Theory and Society 11(3): 265-283.
Yates, Douglas Andrew. 1996. The Rentier State in Africa. NJ

Wednesday, November 21, 2012

SOL EVRENSEL DEĞERLER VE KUZEY’IN ACITAN SOL PARTİLERİ


                                                                                                                 Umut Özkaleli          21/11/2012

SOL EVRENSEL DEĞERLER VE KUZEY KIBRIS’IN ACITAN SOL PARTİLERİ                                                                                                     

Bugünlerde erken seçim rüzgarları estiğinin düşünülmesinden midir bilinmez, ülkemiz solunda parti içinde yapılan muhalefetler kendi kendilerine bir sansür uygulamaya başladılar. Bunun ötesinde, partiler kendilerinden göremedikleri sola da sansür ve yasak getirmektedirler. Bu partilere inanç belirten ‘entellektüeller’[1] ise kendi ‘sol’ partilerine yapılan farklı farklı eleştirilere cevap yetiştirme endişesi ile yöntem kayması yaşayarak cevaplarında metodolojik bir sorun yaşamaktadırlar. Bilimde en çok eleştirdiğimiz şeylerden biri olan fikrilerden bir ‘çöp adam’ (strawman) yaratılması sorunudur bu. Bir argümanı alıp güçlü yanlarını bir kenara bırakarak genel hatlarından değerlendiren veya o argümanı çarpıtarak zayıf bir olgu olarak kurgulayan ve sonra da onu yıkan yaklaşımdır çöp adam yaklaşımı. Bu coğrafyada da alternatif yaklaşımlar bir çöp adama dönüştürülmekte ve yıkılması kolay fikrilermiş gibi sunularak fikrin özüne dokunulmadan eleştirilmektedirler.  

Bu erken seçim çanları yanlış mı çalıyor o bilinmez ama içeriği sol olmayan ama kendine sol adını veren partilerin yeniden vizyonsuz bir şekilde seçim kazanmak için yola düşmesi durumuyla karşı karşıyayız. Bu yola düşüşün neferleri de maalesef ‘entelektüeller’ olmaktadır. Ancak bu ‘entellektüeller’ de akıl karışıklığı ve akıl karıştırmasıyla sonuçlanan, bilimsel sağlamlığa dayalı olmayan metodlarla karşıt gördükleri argümanlara karşı duruş sergilemeye çalışmakta ama seçtikleri dirayetsiz metodlarla aslında sadece içi boş partizanlık yapmaktadırlar.

Bu coğrafyada eleştirel tutumlara gösterilen ‘tepki’ genellikle sorunlu bir başangıçtan hareket etmektedir. En birincisi örgütlü sol için diyalektik, kendi grubunun içinde bir konuyu sakız gibi uzatmak, tartışmak ve aynı yaklaşımın farklı versiyonları üzerinde bir süre konuştuktan sonra sonucunda bir ‘doğruya’ karar vermek ve onu gruptaki herkesin anlayabildiği kadar savunması için bir takım kalıplar üretmektir. Halbuki gerçek diyalog, kendinden uzakta gördükleri ile de yapılması gereken bir pratiktir. Kalıplar üzerinden hareket edecek insanlar da fikirleri yaymak, hegemonya yaratmak yerine dogmalar yaratacaktır.
İkinci önemli sorun, farklı ideolojilerin sola yaptığı eleştirilerin her birinin kendine ait bir düşünsel bütüne sahip olduğu, her birinin değerlendirmesinin farklı yapılması ve her birine farklı argümanlarla cevaplar üretilmesi gereğidir. Burada, erken seçim telaşesi içinde olmaktan mıdır bilinmez metodsal bir hata ile birden fazla görüş aynı kazanda kaynatılarak eleştirilmekte ve onlara karşı külliyen cevaplar üretilmektir. Aynı kazanda kaynayan farklı görüşleri hem anlamadan karşı çıkmış olunmakta ve onlarla bir diyaloğa girlememekte, hem de üretilen cevaplar içeriksiz ve alakasız hale dönüşmektedir.

Son dönemlerde ülkenin erken seçim beklentisi içindeki siyasi partilerine yapılan eleştirilerin kimisi neo-liberal yaklaşımdan gelirken, kimisi popülist ama içi doldurulamayan söylemlerle yapılmakta, kimisi de solu soldan eleştirerek siyasi partilerin önerebildikleri ve öneremedikleri ve halkın algısı üzerinden hareket etmektedir. Bu üç ayrı yaklaşımı bir kazanda kaynatarak ‘hepsi aynı sonuca gidiyor ve sağ politikaya yarıyor, o yüzden hepsi aynıdır, kötüdür ve kakadır, bunları dinlemeyiniz’ çıkarımı ne bilimseldir ne de karmaşık düşünerek, sebep sonuç ilişkileri kurabilme noktasından hareket etmektedir.

Neo-liberal politikaları halkı sömürme, zengini zenginleştirme, sosyal adaletsizlikleri yükseltme eğiliminde, rekabet kültürlerini ve sosyal grupları ve katmanları birbirine kırdırma noktasında aldığımdan ve popülist söylemleri sosyal adaleti sağlamak noktasında politika üretememe kısırlığı içinde gördüğümden, bu ikisini solu soldan eleştiren yaklaşımlardan farklı görüyorum. Popülist olanlar da neo-liberal olanlar da ayrı ayrı solun sol eleştirisinden uzaktır ve ikisi de farklı boyutlarda tehlikelidir.

Solu soldan eleştirerek siyasi partilerin bu coğrafyadaki konumuna yapılan eleştirilerin neo-liberal ve popülist olanlarla birleştirilmesi ülkemizde etkin sol politikaların üretilmesine engel olmaya hizmet etmektedir. Bu eleştirileri duyabilme kapasitesini ve egzersizini yapabilmek, çıkarcılık, kısa günün karını düşünen bir ‘yapay sol’ yerine gerçek evrensel sol değerlerle donanımlanmış bir sola adım atmak olacaktır. Burada tartışılan, ‘sol var mıdır’ gibi abes bir soru değil, ideolojik temelde inandığımız evrensel solun pratikte bizim ülkemizde kendini sol yaftayla takdim eden partilerce neden hayata geçirilemediğidir.

Bu ülkenin örgütlü solunun seçim sinyalleri ile birlikte savunuculuğuna soyunan pek çok yazar-çizer, son bir iki yılda bu örgütlü solun evrensel sola benzemeyen ögeleri ağırlıkla içinde taşıdığını, mesela ırçı olduğunu, cinsiyetçi olduğunu, homofobik olduğunu, sol  liderlerin ve sol örgütlü üyelerin lüks yaşamın dalgalarına kapıldığını eleştirdi. Bunların seçim tamtamları uzak olan dönemlerde yapılırken, bu eleştirilerin sonucunda gerçek bir dönüşüm yaşanmadığı halde bir anda kesilmesi ve sol siyasi partilerin mevcut sağdan ‘çok daha iyi ve çok daha farklı ve çok daha tercih edilir’ olduğuna işaret eden söylemlere dönülmesi, maalesef partizan bir inkarın uzantısı gibi durmaktadır. Dahası, bu eleştiriler sinsi bir şekilde eleştiri yapma tekelini içeride tutarak, zamanı geldiğinde bunları bastırmanın ‘yetkinliği’ kabul edilmiş kişilere yaptırılması gibi bir tablo çizmekte, parti sadakatinin toplum sadakati önünde ele alındığının alarm zillerini çalmaktadır.

Mesela, milletvekili maaşlarının düşürülmesini talep edenlere verilen cevabın ‘hiç maaş alınmaması’ argümanı olarak sunulması, ardından da hiç maaş alınmamasının aslında düşük gelirli grubun siyasetten uzaklaşmasına sebep olacağı (bu ülkede solun düşük gelirli gruptan aday bile çıkarmadığı hiç ifade edilmezken hem de) ve bunun demokratik olmayacağı üzerine argüman geliştirmek, aslında argümanlardan bir çöp adam yaratmanın iş başında olduğunu ortaya koymaktadır. Ülkemiz siyasetinde gelir uçurumunun en belirgin örneklerinden olan milletvekili maaşları ile dokunulmazlığın yolsuzluklardan da dokunulmazlık anlamına gelmesi ile birleştirildiğinde aslında  sadece ‘hiç maaş almama’ argümanı varmış ve ona cevap üretilmesi gerekirmiş gibi yapmak yerine maaş düzeylerini toplumla uçurum yaratmayacak düzeye çekme üzerinden alternatifler üretilemsi ve solun içindeki insanların bu dille konuşması gerekir. Asgari ücretin iki-üç katından daha fazla olmayan bir maaş sistemini, dokunulmazlıkların düşünce özgürlüğü ile çerçevelenmesiyle sunduğumuz zaman alt gelir grupları için siyaset caydırcı olmayacağı gibi üst gelir grupları da paralarına para katmanın bir yolu olarak siyaseti kullanmayacak noktaya getirileceklerdir. Milletvekili maaşlarının düşürülmesi üzerine giden alternatiflerin tamamen yok sayılmasının sebebi, mevcut sağ partilerden daha toplumcu olduğu ve rant partisi olmadığına inandırılmaya çalışıldığımız bugünkü sol siyasi partilerdeki dinazor abilerin, hiçbir ‘entellektüel’ tarafından böyle bir özveriyi parti broşürlerine, siyasi programlarına ve meclis önerilerine koymaya ikna edilememesidir. Veya halka çok inanır görünen argümanların arasında son derece demokratik olan ama direk partilerin işine yaramayacak olan (çünkü karma oy parti mührünü azaltır) karma oyun partiye mühür kazandırmak endişesi ile ‘halk doğru insanlar yerine küçük vaatlerde bulunanları seçmektedir’ denmesiyle yukarıda yapılan argümana taban tabana zıt bir duruş sergilenmesi demokrasiye ve halka olan inancın bir ürünü yerine gözü kapalı bir partizanlığın kısır ama cilalanmış bir savunusudur aslında.

Bir başka örnek ‘mevcut durumda Kuzey Kıbrıs’taki siyasi yapı ve siyasi partilerin durumu halka dönük olmayan, gelecek vizyonu üretemeyen, halkı ikna edemeyen bir durumdadır’ analizini, ‘siyaset kötüdür’ önermesine dönüştüren sol söylem üreticileridir. Analiz önce çarpık bir önermeye dönüştürülmekte, sonra da bu önermenin sağa yarayacağı söylemi ile susturulmaya çalışılmaktadır. Susturma zaten solun öz değerlerine karşıdır ama bu bir de sol adına yapılmakta, sol  politikaya inançla solun hegemonya yayması için kendine ‘sol’ yaftası yapıştırmış ama geçmiş iktidarlarında sol değil rant partisi olarak çalışan partilerin rantçılığı ile yüzleşmek yerine, ‘sol ve sağ kalmadı, ideolojiler öldü diyenler var’ denilerek eleştiri gerçek tonundan çıkarılmakta ve duymazlıktan gelinmektedir. Yani neo-liberallere verilen cevap burada da uygulanarak sol içinde bertaraf edilmemesi gereken eleştirileri solun ve toplumun uzun soluklu vizyonu yerine bir partinin erken seçim gibi kısa dönemli kaygısında boğmaktadır. Solun sol gibi davranmadığı bir ülkede, sol evrensel değerleri hatırlatmak çıkış noktasında olanlara ‘sol vardır, sol ideoloji ölmedi, ideololjiler ölmez anladınız mı?’ diye cevap vermeye çalışmak en iyi ihtimalle farklı eleştirileri birbirine karıştıran analiz yoksunluğundan, en kötü ihtimale de ülkemiz sol patilerinin evrensel solun söz verdiği değerlerden saptığını ortaya koyan eleştirileri görmezden gelerek aidiyet hissetikleri bu soldan uzaklaşmış  partileri toplumarından ve toplumun sola olan ihtiyacından önde tutmalarından kaynaklanmaktadır.

Halkı uyumakla suçlayarak propaganda üreten ‘entellektüller’in yüzleşmeleri gereken önemli bir sorunları var bu coğrafyada. Kimliksizlik, aidiyetsizlik, kabul edilmeme üzerinde  gelişen ilk gençlik yıllarında kendilerine bir kimlik sunan bu partileri halka rağmen savunmak, halktan önde tutmak, halkta bu partilerin yarattıkları umutsuzluk ve güvensiziği ‘üsütüne bir bardak su için, çocukluğu bırakın, sağa hizmet etmeyin’ diyerek geçiştirmeye çalışmak, kendilerine artık ses vermeyen, eylemlerine gitmeyen, arkalarında yürümeyen bu halkı uyumakla, duyarsız olmakla suçlamak evrensel solun topluma dönük ruhuna karşı duruştur. Toplumun cevap vermediği noktalarda toplumdan kopuk parti düzenine bakmak yerine toplumu suçlamak ‘entellektüel’ bir analizden değil ilk gençlik yıllarında fazla düşünülmeden edilen yeminlerin ve verilen sözlerin ardında koşmaya devam ederek toplumsal politika için gerken cesareti ortaya koyamamaktır. Bu, halkın cevap vermemesi çıktısından yola çıkmamaktır, halkın sesini duymamaktır. Burada halk kimdir? Tabi ki ‘uyandırma’ ihtiyacında olduğunuz ama eylemlerinize gitmeyen çoğunluktur.

Toplumunuzdan aldığı iktidarı halk için kullanmayan ‘sol’ partilere güven kaybını ifade etmeyi sağa hizmet olarak nitelemek yerine, sözde sol partilerin yaptıkları adaletsizlikler, eşitsizlikler, rantçılık ekseninde nasıl sağ politikalara yarayan bir tutum sergilediklerini eleştirmek gerekmektedir artık. Bilinmelidir ki bu sessizleştirmeye ortak olan ‘entellektüeller’ aslında parti eliterinin değil halkın yanında olsalar, aralarında milletvekili olmasını tercih edecek halk kitleleri çoktur. Böyle olmasına rağmen sadece ‘fikri satar’ noktada kalanlar ve bunu parti hiyerarşisi olarak kabul edenler demoktatik ve halka saygılı bir sol analyışın ürünü değildir.

Yırtın kabuklarınızı ve abilerinizin milletvekili olması ile elde ettiğiniz o aslında anlamsız ve işe yaramaz parti aidiyetinin size halkın içindeki insanlar olarak bir ‘iktidar’ getirmediğini görün. Çünkü seçildiklerinde bu dinazor abiler sizin sesinizi meclise ve politikalarına taşımamaktadırlar. Poitik olun, politik olduğunuzda partilerinizi kamusal alanda kıyasıya eleştirerek değiştireceksiniz. Sandığınız gibi yıpranmayacak partileriniz sizler eleştirdiğinizde. Tam tersine, zaten yıpranmış olan bu yoz yapılar, eleştirileriniz ve müdahalelerinizle, sunduğunuz vizyonlarla dönüşecek ve yeniden yeşerecek. Zor olan o eleştiriyi kamusal alanda yapmaktır, zor olan ama kalıcı dönüşümleri getirecek olan o kamusal eleştirilerdir. Hepinizi birden atıp hepinizi birden afaroz edemezler ya? Hem iradenizi ve düşünme yetinizi kullanarak baş kaldırdığınızda, halka ait bir sol partide kim kimi kimin partisinden atabilir muhalif ses çıkardı diye? Politik olun ve halkı, dünkü iktidarınızda başaramadığınız evrensel solu bu sefer nasıl başaracağınız ve başartacağınız konusunda bilgilendirin. Politik olun ve cinsiyetçilikten ne anladığınızı dinazor abilerinizi TV programlarına göndererek, ellerine tutuşturduğunuz kağıtlardan içinden okutup söylediklerinden hiçbirşey anlamadığı belli olacak şekilde körelmiş bir siyasi uslupla yapmak yerine feminist politik kimlikler çıkarın sahneye. Politik olun, bir önceki iktidarınızda eşcinsel erkeklerin sevişmesinin yasak olmaktan çıkmasına milletvekili abilerinizi daha öncekinden farklı olarak nasıl ikna ettiğinizi ya da onlar ikna olmadığı için nasıl sizin sahne almaya başladığınızı anlatın bize. Politik olun, kimlikle girişleri ‘Ankara bizi destekler’ posterleri yayınlarken iyi ilişkiler ekseninde nasıl engelleyeceğinizi, ama engelleyemediğiniz noktada da ‘kaçak’ kabul edilen babalar grev kırıcı olarak devlete çalıştırılmazken çocuklarının okul hakkının nasıl verileceğini anlatın bize. Politik olun, daha öncekinden farklı olarak milletvekillerinizin nasıl yolsuzluğa bulaşmasını engelleyeceğinizi, nasıl dokunulmazlığı düşünce özgürlüğüne bağlı kılacağınızı anlatın bize. Sadece klişeleşmiş, renksiz siyasi yobazlıkla ve partizanlıkla ‘bizim adımızda sol var o yüzden bize oy verin bu yeter sebeptir’ demeyin bize.

Merak etmeyin, farklı bir politik algıda ve dönüşmüş siyasette yine siyasi partilerdir ‘iktidara’ gelecek olan, yine partilerinizdir iktidara koşacak olan. Ama bizim inandığımız sol değerler içerisinde dönüşebilirlerse belki babadan oğula (az sayıda kıza) vasıfsız insanların tahakkümü yerine sizleri de ‘temsilcilerimiz’ arasında görebileceğimiz bir sistemle partileriniz iktidara koşacaktır.  Yoksa,  bu yolsuzuklara, yozlaşmışlıklara rağmen parti içi hiyerarşinin öngördüğü ‘kendini feda’ demokratik halka ve hakka aldıramayacağınız kadar çok mu tahakkümüyle tırnaklarını sol duyunuza geçirmiş durumda? Bitmeyecek mi bu gençliğinizden gelen halka rağmen parti indoktrinasyonuna verdiğiniz koşulsuz sorgulamama? Sol değerleri talan etmeye devam ederek devam mı edeceksiniz tahakkümcü partileriniz için partizanlığa, devam mı edeceksiniz öğrenilmiş çaresizliğinize?  Sol evrensel değerlere inananlar olarak yırtın kabuklarınızı bu öğrenilmiş çaresizlikten, farkedin. Fark edin ki, dayanışarak bu rantçılaşmış, ideallerinden sapmış partilerinizi evrensel sola dönüştürebilesiniz. Halk uyandı, değişim olmadan, sadece suçlamayla gelip oy vermeyecek artık kıymeti kendinden menkul sol yaftalı bu partilere. Değişimin adı, o partilerin içindeki sizlersiniz. Halk sizin uyanmanızı bekliyor, sol evrensel değerlere doğru değişimin nüvelerini oluşturun diye.  Hazır mısınız?




[1]Entelektüeli tırnak içine almamın sebebi bu tip sıfatların sınfıçı ve elitist olmasına olan inancım ve ‘bilme’nin formal eğitimli insanların mülkiyetine verilmesine sebebiyet veren bir kelime olarak algılamamdandır. Yoksa ‘entellektüel’ sıfatını kendi kendine veren ya da başkaları tarafından kendilerine bu sıfat verilen kişilerin gerçekten entellektüel olup olmadıklarına bir eleştiri değildir. 

Sunday, June 24, 2012


OĞLUM KARASAKAL                                                                   Umut Özkaleli            uozkalel@gmail.com

Ben Kıbrıslıyım. Güneye geçebilenlerinden. Son zamanlarda duyduğum kadarı ile Kıbrıslı olmanın belirleyici unsuru buymuş, Güney’e geçebilenler ‘gerçek’ Kıbrıslı, geçemeyenler gerçek olmayan Kıbrıslılarmış. Üniversite sınıflarında bile burda doğup büyümüş, kendini Kıbrıslı ifade eden gençlere ‘senin annen baban Türkiyeli, o zaman sen Kıbrıslı değilsin’ diyebilen ve genci bir kimlik bunalımına düşürerek aidiyetini sorumsuzca laflarla elinden alabililen hoyart ‘hocalar’ olabiliyormuş.

Ancak benim de Kıbrıslılığım şaibeli. Kıbrıslılık diğer milliyetçilik modelleri gibi çok talepkar, çok sınırlayıcı ve de çok dışlayıcı. Milletin kadınlarının bedenlerinin millete ait olması baskısından soyutlanmış bir milliyetçilik değil Kıbrıstaki milliyetçilik de. Özellikle aşırı milliyetçi, kapalı ve muhafazakar ‘solumuzun’ içindeki çok ‘adam’a göre benim Kıbrıslılığım da kirli bir Kıbrıslılık. Evlilik bağı kurarak devletin istediği aşk modeline uymuş olmam yetmedi, bir dönem o bağı kurmuş olduğum adamın ve o evlilikten doğmuş olan çocuğumun ‘orijinal’ olmamasından dolayı özür dilemem beklendi hep. Benim yerime özür dileyenler olmadı da değil. Ne de olsa kadın bedeni milletin önde gelen adamlarının onayına tabi olmak zorundadır. Olmayınca da adamdan adama ve kadınlardan adama ataerkil yapının gerektirdiği noktalarda özürleri seyrettim hep, çokça rahatsız olarak ama ifadelendiremeden. Amerika’nın beyaz ırkçılarından farklı değiliz bu konuda, 60ların öncesinde orda da kime aşık olabileceğiniz milleti kurgulayanlarca belirleniyordu, beyazla siyahın aşkı, olmaması gereken bir aşk biçimiydi. Kimi seveceğiniz dikte ediliyordu orda da. Hala bugün varolan kadınla kadının erkekle erkeğin aşkının da kabul edilir bir biçim olmaması gibi.

Kıbrıs’ta ırkçı söylemlerin ve ötekileştirmelerin derinleşmeye  başladığını gördüğüm yıllarda daha gençtim. Yirmili yıllarımın ilk yarısındayım. Amerika’dan tatile geldiğimde Türkiyeli göçmenlerle ilgili söylenenleri duyduğumda, ‘onların kültürel olarak sorunlu olduklarını’ duyduğumda, ‘bizim insanımızın bir başka olduğunu, temiz ve iyi’ olduğunun söylendiğini duyduğumda bu yaklaşımları dehşetle karşılıyor, Amerika’da Latinolara özellikle Meksikalılara karşı geliştirilen ve ırkçılık olduğu artık kitap tanımı haline gelmiş olan söylemlerle tıpatıp örtüşmesinin verdiği panikle çevremdeki insanlara bu yaklaşımların neden sorunlu olduğunu anlatmak için çırpınırken buluyordum kendimi. Yakın ve uzak çevremdeki insanlardan aldığım klasik bir cevap vardı o dönemlerde, ‘senin eşin Türkiyeli olduğu için biraz şeysin bu konularda’. Bu şey’in ne olduğu hiçbir zaman tanımlanmadı, sadece sahip olduğum bu şeyin iyi birşey olmadığı dudakların aşağıya doğru sarkıtılmasıyla bana anlatıldı. Ama dedim ya gençtim, ‘neyim?’ diye sorup üsteleyemiyor, bir şekilde ötekileştirici, dışlayıcı ve insanlığından çıkarıcı olan bu söylemlerin yanlış olduğundan emin olsam da sesimi bulamıyordum. Daha çok, şey olmamaya ve bu insanların yaklaşımlarını anlamaya çalışıyordum.

Yıllar içerisine tanıştığım insanlar, başımdan geçen tecrübeler, okuduklarım, izlediklerim, gördüklerim sonucunda ırkçılığın temellerini, söylemlerini, kendini meşrulaştırma biçimlerini derinlemesine fark ettim. Karpazlı bir arkadaşım Kıbrıs’ta büyümüştü, Kıbrıslı hissediyordu ama ailesi Türkiye’den 1975’te geldiği için herkes ona Kıbrıslı olmadığını telkin ediyordu. Türkiye’ye yerleşti, burdan ayrıldı, bu sefer de herkes ona Türkiyeli değil Kıbrıslı olduğunu söyledi. O ‘hiçbir yere ait olamamak’ diyor buna. Bense ondan biraz daha farklı ifade ediyorum bu tanımı. Heryerli ve hiçbiryerliyiz biz, diyorum. 

Oğlumun gülen yüzüne bakıyorum. Kendini sevindiren birşey olduğunda attığı kahkahanın sesi kulaklarımda yankılanıyor her daim. Keman sesi duyduğunda dolan gözleri ve aşağı doğru büzülen dudağıyla, küçücük elini kalbine yerleştirerek ağalmaklı bir sesle bana ‘bu muzik buramı ağrıtıyor’ diyerek kemanın sesini ruhunda duyduğunu anlattığı günü hiç unutamıyorum. Feminist kalbimi kırmamak için sosyal çevresinde öğretilen tüm zıt görüşlere rağmen bana ‘kızlarla oğlanlar arasında fark yoktur biliyorum’ dediğinde hassasiyetlerime gösterdiği demokratik saygı hep gülümsetiyor beni. ‘Orijinal Kıbrıslı’ sayfalarında ari Kıbrıslılığı yerlere göklere sığdıramayan tanıdıklarım ne zaman çocuğumun yanına yaklaşsa ‘öteki’ olan çocuğumu insanlığından çıkarma kabiliyetlerinden, dışlayıcılıklarından, ‘orijinal’ Kıbrıslı bir çocuk kadar sevebilmenin kuşkulu olduğundan bahseden insanlara karşı hissettiğim tedirginliğin boyutlarını anlaybilir misiniz? Ya genlerinde ‘Kıbrıslılık’ olması hasebiyle tamam olduğunu düşünenler? Onlar da eşit derecede tedirginlik veriyorlar ve törpülüyorlar ruhumu.

Çocuk umuttur demişler. Tedirginiliğimi ortadan kaldıran gene nevi şahsına münhasır oğlum oldu. Geçen kış, bir gün parlayan gözleri ile okuldan geldi ve bana okul tiyatrosunda başrol oynayacağını söyledi. Rolünün de Korsan Blackbeard olduğunu söyledi. O an çok da büyük bir sembolik anlamı olmadı benim için.  

Rolüne çalıştığı, hep bunu düşündüğü günlerden birinde bolca Kıbrıslının olduğu bir ortama gittik. Kendisiyle sohbet edenlerle konuşurken konu kaçınılmaz olarak tiyatroya ve rolüne geldi. Birisi ona hangi rolü oynayacağını sordu. Türkçe konuşan insanların arasında olmasından olsa gerek tercüme etme gereği duydu ve ‘ben karasakalım’ dedi. Birden grupta bir sessizlik oldu ve herkes dönüp Hür’e baktı. Kırbıslılık, Türkiyelilik, Amerikalılık ekseninde sahip olduğu çok kimlikliliği ile oğluma baktım. İlk bakıcları arasında Zimbabweli bir kadın, Hintli bir adam, okul öncesinde en iyi arkadaşı siyah bir kız çocuk olan, çevresinde engellilerle büyüyen, en sevdiği insanlar arasında LGBTQ bireylerin olduğu, yanlarında oturup onlarla konuştuktan sonra çocukların işçi olmasının nasıl bitebileceğini soran bu Hür çocuğa baktım. Bu adada yetişkin olarak yaşamış ama bunca çeşitliliği sevebilmeyi hiç tecrübe etmemiş bir takım insana rağmen daha altı yaşında nasıl engin bir hürriyete sahip olduğunu fark ettim. Oğlumun bir yarısının Türkiyeli olmasının beni şey yapmadığını, şey olmamdan dolayı sevgimi ‘orijinal Kıbrıslılarla’ sınırlayacak kadar yoksun ve limitli olmadığımı gördüm. Bu bana yıllar önce atfedilen şey olma halini tanımladım bir anda: inanı insan olarak kabul etmek ve milletine bakmadan insanları değerlendirebilmekti benim şey olma halim. Bu tanımsız şeyi tanımlayamayanların neden tanımlayamadıklarını anladım ve bu şey olma halinin bir kazanım olduğunu gördüm. Kıbrıs’a döndüğümden beri de çevremde benim gibi şey olan insanlarla sarmalanmış olmanın huzurunu ve güvenini yaşadım.  

‘Karasakal’ olmasından dumura uğramış şekilde Hür’e bakan gözleri seyrederken birden bir kahkaha patlattım. Hür oğlumun sevgi dolu küçücük ellerini avuçlarıma alıp dudaklarıma götürdüm ve onun tüm pozitif enerjisini yüreğime kattım.




Tuesday, June 19, 2012


BİREY OLABİLEN HÜR ÇOCUKLARIN TOPLUMU
                                                                                                   Umut Ozkaleli    uozkalel@gmail.com

Solun nerede sınınfta kaldığını anlamaya çalışıyorum. Son üç yılda bu ülke sınıfta kalmışlığın cevabını anlamakta önemli bir labaratuvar oldu.

Solun örgütlülüğün önemini vurgularken yaşadığı derin bir ayrıştırma probleminin olduğunu ve bunun solun dinamizmini kırmakta en temel sorun olduğunu farkettim geçtiğimiz birkaç haftalık süreçte. Solun en temel vurgularından biri, örgütlenmeden sistem içerisindeki ezilenlerin sisteme karşı başkaldırma ihtimalinin olmayacağıdır. Örgütlenmek temel çıkış noktası sistemi değiştirecek şekilde güçlenmek için esastır. Bu bağlamda yeterince güçleninceye, yeterince örgütleninceye dek örgütün geçtiği süreçlerde örgütle ilgili eleştiriler hep içeride, örgütün çekirdek grubuna nakledilerek ve dışarıya sızmadan yapılmaktadır, örgütten de böyle bir beklenti vardır. Örgüttekiler için bu yaklaşım eleştiriye kapalı olmak demek değildir. Tam tersine onlar kendi kendilerini kıyasıya eleştirirler, konuşurlar. Ne de olsa diyalektik onların ideolojik formatının en temel metodolojisidir. Kendini kendi kendinle kıyasıya eleştirmek elbette gereklidir ama aynı zamanda toplum içerisindeki diğer olgulardan, oluşumlardan ve nüvelerden kopuk bir eleştiri olduğu için de kısır, kendi dilinden başka bir dille yüzleşmediği için de nispeten kolay, başka algılarla karşılıklı çekişmediği için az da olsa inkarcıdır. Kendini sadece ve sadece kendiyle besleyen bir dialektik kurma biçimidir, eğer buna diyalektik denilebilirse elbette.

Bu süreç yalnızca kendi kendiyle konuşmakla kalmamakta, bireylerin de varolan örgüt kimliğiyle tam bir bütünleşme yaşamalarına sebep olmaktadır. Maalesef örgütle bu bütünleşme hali sorunlu algılanmak yerine koltuk kabartan bir özellik olarak karşımıza çıkmaktadır.

Örgütlü yapılara inan, toplumdan bireyi anlamaya bilimsel arka plan sayesinde de yatkın olan biri olarak, bu yazıda örgütlü yapıyla birey olamadan bütünleşmenin sorunlarını ele alcağım. Bir başka değişle, örgütü oluşturan bireylerin birey olma noktasını tamamlayamamasının örgütlü yapıları aslında ayağından vuran bir olgu olduğuna vurgu yapacağım.

Bireyin kendini gerçekleştirmesi, "ben"i oluşturabilmes için pek çok değişik kimliğine sarılabilmesi, kendini oluşturan pek çok kimliği özgürce, kendi tanımladığı şekilde yaşayabilmesi gerekmektedir. Bu kimliklerden bazıları bireyin gruplar/topluluklar içerisinde elde ettikleri kimliklerdir. Bu topluluklar kültürel, etnik gruplardan gelebilir. Bu kimlik oluşumunda bireyin kendini anlaması ve anlamlandırması milliyetçilik, solculuk gibi ideolojik eksende olabileceği gibi bireyin kendine has özellikeri ile de ilintili olabilir. Kimimiz için cinsiyet kimliğimizin, bedensel veya zihinsel engelliliğin önem atfetmesi ve burdan hareket eden gruplarda ifadesini bulmak önemli olabilir. Yalnızca kimlikler değil, aynı zamanda o kimliği oluşturan küçük ayrıntılar da bizi biz yapan, kimliğimizi oluşuturan önemli noktalardır. İlgi alanlarımız, yeteneklerimiz, hissedişlerimiz, tanıştığımız insanlar kimliğimizin şekillenmesinde engin bir girdi sağlamaktadır. Bu zenginliğe özellikle önem atfetmek gerekmektedir çünkü tam da bu farklı etkileşimler ve verilerden dolayı hepimizin nevi şahsına munhasır bir durumu vardır. Bu kendi kendine has olmak durumu kucaklanması ve teşvik edilmesi gereken bir durumdur. Hangi gruba üye olursak olalım o grubun mensuplarıyla tıpatıp aynı düşünmemiz, hep aynı şeylere inanmamız, hep aynı şeyleri hissetmemiz olanaklı olmamalıdır. Bu olanaksızlık gerçekten kendi birey olam durumumuzu geliştirebildiysek oluşabilecek bir durumdur. Belli bir grubun mensupları hep aynı yerlerde geziyorsa, hep aynı yayınları okuyorsa, hep aynı kitapları tartışıyorsa, hep birlikte aynı aktiviteleri yapıyorsa, orada bireysel ayrılma noktası nerede başlamaktadır? Bir ideal için birlikte çalışmak ve örgütlenmek eğer hobilerimize, bir filme yorumlarımıza, başka diğerleri için çok benzeşen kanaatlere dek aynılaşıyorsa, bireyin kendine aitliğinin başladığı yer neresidir? Sosyalleşme bizi benzeştirebilir ama aynılaştırmamalıdır. Aynılaşmak liderin küçük minyatürlerine dönme derin tehlikesini yaratmaktadır. Hiyerarşik olmadığını ne kadar söylesek de örgütlü yapılarımız içerisinde ortaya bir lider/liderlik hep çıkmaktadır. Bu lider/liderlik hep kendi adına vardır, onun/onların bireyliğini görebiliriz. Lider kendini gerçekleştirir. Ama diğerlerinin pek adını bilmeyiz, onları daha çok örgüt adıyla anmaya başlarız. Lideri bildiğimiz, gerisini de bilmediğimiz anda artık karşımızdaki örgütlü yapı, kendini gerçekleştirebilmiş insanlardan oluşan ve kendi dışındaki nüvelerden de zenginleşen insanlar yerine bir kült örgütlenmesine dönerler. Kült örgütlenmelerinde lider izlenir, sorgulamaz, sesler çıksa da hep sonunda kesişen bir yolda buluşulmak için varolan bir gizli anlaşmayla hareket edilir, o kesişme noktası da hep kült liderinin son noktasıdır.

Bir olay patlak verdiğinde, kimse liderden/liderlikten yeşil ışık yanmadan fikir beyan etmemektedir. İlk anda farklı bir kanaat geliştirdiyse bile onu göz önünde bulundurmaya ve analiz etmeye devam etmek yerine liderin etkinliği altında kendini gerçekleştiremeyen birey "ben bu açısını fark etmemiştim, çok doğru" diyerek alternatif algısını bir saniyede kapatabilmekte, kısa sürede ilk perspektifini hiç olmamış varsayabilmektedir.  Öte yandan lider pek nadir duyduğu farklı perspektifle rota değiştirmektedir. İşte bu kendini gerçekleştirememe ve kült liderini takip etme hali de başka herşeyi sorgulama ama içinde olduğu yapıyı sorgulamamayı getirmektedir.

Ancak bundan öteye problemler de vardır. Kendini gerçekleştirememiş birey, örgütlü yapı harekete geçmezse bireylerin yetilerini (agency) kullanarak örgütlü yapılar ve kurumlar üzerinde baskı unsuru olabileceğini ve değişim kıvılcımlarını ateşleyebileceğini görememektedir. Birey olma duygusunun güçlendirildiği ülkelerde kanunların, düzenlemelerin ve uygulamaların önemli bir kısmının bireylerin ele aldıkları inisiyatiflerle başladığını ve oradan, dayanışmayla kolektif hareketlenmeye dönüştüğünü görmek istemiyoruz. Tam tersine buralarda yetili birey olmak örgütlü yapılara karşı en büyük darbe olarak algılanıyor. Biz kendi örgütlerimizin bizi hep "ileride bir gün güçlenince yapacaklarımız" konusunda ikna edişini tecrübe ediyoruz. Ancak o gün bir türlü gelmezken, örgütlerden doğru bir adıma destek vermek ya da o adımı atmak için olur kararı çıkmadığında da pasif ve etkisiz bir şekilde köşemizde bekleyebilmekte, bunun adını da "örgütlü yapılar olmazsa bireysel çabalar köklü sonuç üretmez" koyabilmekteyiz. Örgütlerin kendi kendini besleyen mekanizmalara dönüşebildiği gerçeği ile yüzleşmedikçe de bu örgütlü yapıları dinamizme teşvik eden bireyliği gerçekleşmiş yetili insanlar olmak yerine herşeyi kökten değiştirecek bir sonu gelmez bekleyişle tatmin olabilmekteyiz. Bu ülkede özlenen ve beklenen o köklü değişimin adı değişik şekillerde ortaya çıkmaktadır: işgalin sonu, federal çözüm, Kıbrıs Cumhuriyetine geri dönüş, AB'ye girmek, Türkiye'ye resmen entegre olmak, gerçek meselelere kendimizi kapatarak toparlanmak. Bunların gerçekleşmesi noktasında ise hiçbirinde temel aktör aslında bu toplum ve bu tolumun bireyleri değildir. İşgalin sonu için açtığımız isyan bayraklarındaki haykırışlarımız haklı da olsa bu sonu Türkiye'den talep etmekteyiz. İstiyoruz. İstememiz de yetmelidir. İşgale son ver dediğimizde oradaki özne yine Türkiye'dir. Bizi AB'ye alsınlar dediğimizde özne gene alacak olanlar, kararı verecek olanlardır. Rumların federal çözüme hazır olmasını beklerken de özne olan Rumlardır sadece.

Memleketin ambulansının kapısı açılıp sedye içinden düştüğünde bu bir işgal sorunudur, bunu Türkiye yaptı diyenleri duymanız o sebeple çok da garip değildir. Ambulanslarımızın kapısının yolda giderken açılmamasını sağlamak bu çarpıklıklar içerisinde bizim için hiç önemli değildir. Bireyler ya da küçük örgütlenmeler sistemle kavga ettiklerinde bu öğretimizin dışında olduğu için onu illa ki kişisel sorun görmek zorundayız. Önemli bir sistem sorununa parmak bastığınızda bu inanılan örgütlü yapıların dışında yapılabildiyse ve dahası inanılan örgütlü yapılar buna sessiz kaldıysa siz çok da çok "buz dağının görünen kısmında" kendinizi kandırıyor muamelesi görürsünüz ama o örgütlerin neden ses çıkarmadıklarını sorgulamak için o beyinler hiç çaba sarfetmezler. Çaba, size onların inandıkları örgütte olmadığınız için önemsiz olduğunuzu hissettirmekten ibaret kalır. Size önemsiz olduğunuzu hissettirme çabasının etkin olacağına inananlar yine birey olamamış ve örgütlü yapıların içindeki hantallaşmayı ve çıkar zümrelerini göremeyen, örgütlerinden değer gelmezse kendi değerini bilmeyenlerdir. Bireyler olabildiğimiz gün, bir toplum da olabilecegiz. Bunu küçük bir örnekle tamamlayabiliriz. Altı yaşında bir çocuk arastada yürürken başka diğerlerinin attığı şişe ve kağıtları yerden toplarken, başkalarının çöpünü toplamak zorunda kalmanın ne kadar utanç verici olduğundan bahseder ve yoluna çıkan çöpleri yakınındaki çöp kutusuna atar. Bu altı yaşındaki çocuğun yaptığını yapmadan o anda ve o andan sonar aylarca bu ‘sistemsiz ülkede insanların çöp atma kültürünü nasıl geliştireceğini, ne tip bir örgütlü oluşumla, kimler attığında gürültü koparmak gerektiğini’ konuşan insanların karşısında bu altı yaşında inisiyatif alan, yeti gösterebilen çocuk, içinde yaşamak istediği sistemi yaratacak şekilde hareket etmekle aslında o sistemi kurguladığını pek çok yetişkinden daha iyi bilir. Birey olmak sizi hür yapar, hür olmak size kendinizi gerçekleştirme fırsatı sunar, kendinizi gerçekleştirmeniz, arzu ettiğiniz sistemleri yalnızca dilemeyi değil gerçekleştirmek için değişimin aktörü olmayı telkin eder ve size başarının rotasını çizer. Hepimiz herşeyden önce hür çocuklar olma adımını atabiliriz.

Thursday, June 14, 2012

KIBRIS'TA ETİK ÜZERİNE 
                                                                                               Umut Ozkaleli uozkalel@gmail.com
Çocuk hakları, kadın hakları, tutuklu hakları gibi spesifik noktalardan bakmamız ve farklı grupların hakları üzerinden politika yapmamız yeterli olmuyor. Her konuda karşımıza çıkan bir yeni sorun, ele alma noktamızı değiştirmemiz gerektiğine işaret ediyor. Ortaya çıkan en büyük sorun toplumsal yapımızın içinde bireylerin kendilerini ve toplumsal örgüyü etik prensipler çerçevesinden değerlendirmemesidir.

Felsefe tartışmayan ve etik olmak konusunu irdelemeyen bir toplumun genel yapısının içinde, politikacıdan entellektüele, marksisten ülkücüye herkes kendi duruşu ve ideolojisi ekseninde etik olarak sorgulanacak yaklaşımlar izleyebilmektedir. Burada etikten kastımın bir grup ya da örgütlenme tarafından belirlenmiş sıkı ahlakçı ve tek doğrucu zihniyetleri ifade etmediğimi belirtmem gerekiyor. Tam da tersi bir noktadan bizde varolan örgütlü yapıların sıkı bir ahlakçılık noktasından hareket etmesini eleştirmekteyim. Bu ahlakçılık yozlaşmayı, çarpıklaşmayı ve atanmış ya da süreç içerisinde ortaya çıkan liderleri içine almayan, bu tanımlanmış liderleri kasamayan ve onları bu sıkı ahlak noktasında sorgulatmayacak  kadar ulvileştiren bir yapı yaratmaktadır. Gerek örgütlü yapıların içinde, gerek bireysel düzeyde alanın ‘bilirkişisi’ olma noktasında, bireylerin kendilerini de içine alan bir yaklaşımla etik olmak konusunda hareket etmemesi sorunlarımızın en temel başlangıç noktasıdır. Kendini ‘bilirkişi’ ilan eden, her türlü prensibi çiğnemesinin hak olduğunu düşünmeye başlıyor.

Muhalif partilerimizin yöneticileri kendileri muhalefetteyken yolsuzlukları, bireysel çıkar ve kazanımların politikayı yönlendirdiğini konuşurken, kendileri iktidar olduklarında aynı noktadan hareket etmeleri bu etik eksikliğin örneğidir. Sendikal hareketlerin bir kısmının demokratik ifade özgürlüğünün olmadığından, devlet baskısından yakınırken, kendilerine yapılan eleştirileri duyarkenden kendi alanlarında konuşulma özgürlüğünü engellemeye çalışmaları, algılarını kapamaları ve eleştirileri bastırmaları da buna örnektir. Siyasi partilerin içindeki insanların yönetimlerindeki yanlışlıkları görmesine rağmen ‘kol kırılır yen içinde kalır’ yaklaşımlarıyla yolsuzluklara cesurca bir politik duruş sergilenmemesine sessiz kalmaları da buna örnektir. Savcılık ve avukatlık yapmış, demokratik hukuk devleti ilkesinden yaşamını kazanmış bireylerin topluma ‘biz çocuk katillerini savunmayız’ diye hukukun en temel ilkelerini bile çiğnemeyi telkin etmesi de etik bir boşluğun örneğidir. Tutuklu hakları üzerinde konuşan, insan hakları savunucusu bir sürü hukukçunun arasından bir tanesinin bile topluma ‘demokratik bir hukuk devletinde çocuk katillerinin bile savunulmaya hakkı vardır’ demesi ama fiiliyatta bu adımı atacak bir konuma kendini koymamasında da bu etik boşluk kendini ortaya çıkarmaktadır.
Toplumun öncü gücü olarak kendini kendi tanımıyla entellektüel ve aydın görenlerin intihal (başkasının fikrini çalarak kendine ait gibi kullanmak) yapması ya da yapanlarla derdi olmaması da bu etik sorunun bir parçasıdır. Kendine çocuk hakkı savunucusu deyip çocukların kendi görünürlüğüne hizmet etmesi ihtirasıyla gazetelere götürenlerin, resimlerini çekip deşifre edenlerin de aynı etik sorunu vardır. Olmadıkları uzmanlıklara sahip olduklarını söyleyen, sahip olmadıkları diplomaları varmış gibi gösteren ve onların bu durumunu kendi çıkarı için kullanmak üzere bu sahtekarlara yol açanlarda da vardır aynı etik sorun. Kendini tanımadan hakkında hüküm verenlere isyan ederken, başkasının doldurması ve gaz vermesiyle başka diğerleri hakkında hükme varıp, yazmak, konuşmak, harekete geçmekte sorun görmeyenlerde de aynı etik sorun vardır.
‘Hiyerarşi yoktur’ dense de sadece birkaç kişinin adının öne çıktığı, bu öne çıkan insanlar kendini gerçekleştirirken, diğerlerinin bireysel kimliklerinin ve kendini gerçekleştirmelerinin önünde durmalarında da aynı etik sorunu vardır. Sıkı ahlakçı örgütlenmelerin içinde bir davranışı kamusal alanda utanç mekanizması kullanılarak yanlışlayan, ardından hiyerarşik ve lidersiz olduğu söylenen bu yapılarda lider aynı hareketi yaptığında aynı standartlarla utandırılmadığında da aynı etik sorun vardır, grup üyeleri aynı standardı beklemediklerinde de aynı etik sorun devam etmektedir.
Çocuğuna içki içren babayı suçlu ve sorumlu göreceğimiz bir hukusal zemin yarattıktan sonra, olayın devlet mekanizaması içinde örtbas edilmesi de aynı etik sorun temelinden karşımıza çıkmaktadır. Düşünürüm, irdelerim, sorgularım deyenlerin ‘liderini takip et’ hali de aynı etik eksende sorunludur. Sağcıların sorgulamadan lideri takip ettiğini söylemek, ardından da örgütlü yapının gücünü zedelememek adına demokratik eleştiri mekanizmalarını kısıtlayan solcularda da aynı etik sorun vardır. Başka birisinin çocuğu bizim çocuğumuza zarar verse, ailesi tarafından cezalandırılması gerektiğini düşünürken, kendi çocuğumuzun yaptığı hatanın sonuçları ile yaşaması ve elinden ayrıcalıklarının alınması noktasında hareket etmediğimizde de bu etik sorun içindeyiz.
Kendi iş yerlerimizde patorna yaranmak için başkalarının hakkını savunmayıp sessiz kaldığımızda, ya da sistemin içinde bu insanların hakları verilmeden devam etmesine aracı olduğumuzda da bu etik sorundan muzdaribiz. Devletteki çalışanların haklarını savunurken, ‘içinde yaşadığımız koşullara göre eylemlilik belirlemek zorundayız, bu koşullarda da özel sektör zaten hakları tanımlanmamış bir gruptur’ dediğimizde de aynı etik sorundan hareket etmekteyiz. Özel sektör çalışırken 1 Mayıs kutlamak ve kendimizi çok sistem dışı görüp iyi hissetmek, ırkçılık yaptığımız işçilerin kaldırımlardan bizi seyrettiği bir ortamda sisteme karşı olduğumuzu düşünmek de bu etik sorunun bir parçasıdır. 1 Mayısı da sadece kendi haklarımızı bağırmak için kullanılacak bir araç gördüğümüzü söylemek yerine ‘dayanıştığımızı’ düşünmek de etik bir boşluğun üzerinde yükselmektedir.
Eşcinsel, zengin ve politik olarak güçlü birinin haklarını savunmak için başkasının hakkını görmezden gelebilirim demek de aynı etik dışı yaklaşımda temellenmektedir. ‘Suçsuzluğu kanıtlanıncaya dek herkes masumdur’ yaklaşımını zengin güçlü insanları savunurken söylemek ama alt sınıftan ve ötekileştirdiğimiz gruptan gelen için mahkeme önünde bu talebi yapmak için dizilmediğimizde ya da televizyon ekranlarından bunun propagandasını yapmadan sessiz durduğumuzda da aynı etik boşluktan muzdaribiz. ‘Beni ötekileştirdiler, haklarımı elimden aldılar o yüzden benim de ötekileştirmek hakkım vardır’ demek de aynı etik sormsuzluğun temelinde hayat bulmaktadır. ‘Polis bu ülkede cop kullanırsa kendisine de halkın taş atabileceğini görecek’ deme pişkinliği ya da ‘memleket haklar sağlanıncaya dek gerekirse yansın’ derken kendi çocuğunu güvenli evinde büyütmek de aynı etik sorundan hareketle fütursuzca ortaya atılabilmektedir.
Başkalarının sırtına basarak özel mülk sahibi olanların özel mülkle sorunları olduğunu söylemeleri, ya da biz sömürü sistemlerinden beslenmiyoruz demeleri de aynı etik problemlerle yüzleşmektedir. Kendi pahalı evlerde oturup pahalı arabalarda gezerken çalışanlarını ödemeyen ya da çalışanlarının sigortasını çalanlarda da aynı etik sorun vardır. Kıbrıslıların hakları yeniyor diye naralar atanların evlerinde altı yüz liraya insan çalıştırmaları da aynı etik sorunun parçasıdır. İnsanların daha iyiye gitmesi ve iyi yaşaması ilkelerinden hareket etmesi gereken, insana dönük mesleklerdekilerin, kendi istedikleri şekilde davranmayanlara tecavüz edilmesi fantazisiyle yaşaması da aynı etik sorunun parçasıdır. Kendi bir kurumsal yapının başına geçme hayalindeyken, bir başkasına bunun verilmesinden sonra o kurumun potansiyel yararını külliyen inkar etmek de o etik sorunun bir parçasıdır. İşini, çıkarını kollamasına yardım edeceği noktasında medet umarken sağa göz kırpan, beklentisi olmadığında da saldırganlaşan ve solculuk kulvarından koşarmış gibi yapanların da aynı etik sorunu vardır.

Kuzeyde kurduğumuz sistem ‘üzerinde hemfikir olduğumuz prensipler dışında hareket eden herkesin sorumlu olduğu’ bir yaklaşım yerine ‘keyfi şekilde bu prensipleri karşıt gördüklerimize karşı kullanma’ noktasından çıkış alan bir sistemdir. ‘Benim dışımdaki herkes’ için uygulanmasını istediğimiz bir sistem yaratmış olmanın acısını da her alanda her gün yaşamaktayız. Bu ülkede herkes birilerinin tanıdığı, herkes birilerinin akrabası, herkes birilerinin arkadaşıdır. O yüzden de herkes birbirini haksız yere savunmakta, kollamakta ve korumaktadır. Yetki verdiğimiz bireylerin bu yetki ekseninde sorumlu da tutulmasını talep etmek mümkündür.  Biraz analitik düşünme, biraz cesaret biraz da kısa dönem çıkarcılık ekseninde düşünülmeden hareket etmekle başlamamız gerekmektedir. Eşitliği yalnız kazanılan paraya ve ekonomik gelire indirgemediğimizde, çok yönlü kimliklerden yaşanan mağduriyetleri irdelediğimizde, kurallarımızın eşit şekilde herkese uygulanması gerektiğini fark ettiğimizde, hiçbir bireyi yüceltmediğimizde ve en sevdiğimiz, en saydığımız insanları ve liderleri de sorguladığımızda, grup tarafından verilen kalıplaşmış argümanları bizim bireysel arümanlarımız diye sunmaktan vazgeçip kendi kelimelerimizle eleştirel olmayı seçtiğimizde mevcut sistemdeki pek çok sorunumuz da çözümlenecektir.

Monday, May 28, 2012

Kürtaj: Toplumun Bedenim Üstündeki Egemenliği


Omur Yilmaz - omury.cy@gmail.com

Bir iki haftadır bilgisayarımda açık duruyor “Toplumun Bedenim Üstündeki Egemenliği” başlıklı yarım kalmış bir yazı. Özelimi paylaşarak mı yoksa kendime dokundurmadan mı yazsam ikilemini kendi içimde çözmeye çalışırken, Erdoğan’ın “kürtaj cinayettir” yorumunu yapması ve bu konunun tartışılmaya başlanması üzerine artık oturup yazmam şart oldu.
“Özel olan politiktir,” feminizmin en yaygın sloganlarından biridir. Bu duruşun feminist yorum ve uygumalarda çeşitli önemli sonuçları vardır. Erkek egemen sistemin ikili ilişkileri ve aile ilişkilerini “özel” olarak niteleyip, toplumsal meselelerin ve devlet sorumluluğunun dışında bırakmasına bir karşı duruştur öncelikle. Örneğin, aile içinde ve eşler arasında yaşanan şiddetin “özel” bir mesele olmadığını, kaynağının erkeğin kadın üzerinde iktidarını öngören ve meşrulaştıran cinsiyetçi sistem olduğunu, toplumun ve devletin kadın ve çocukların aile içinde yaşadıkları şiddete müdahale etmekle yükümlü olduğunu vurgular. Bu yaklaşım kadına, yaşadığı şiddetin kendinden kaynaklanmadığını, utanılacak birşey olmadığını, her kadının farklı şekil ve boyutlarda bu şiddeti yaşadığını, özgürleşme ve eşitliğin dayanışma ve politik bir mücadeleyle, sistemin değişmesiyle geleceğini söyler.
Buna bağlı olarak, kadınların güçlenmesi ve şiddetle mücadele etmek için yapılan feminist alan çalışmalarında “kurtulmuş” kadın-“mağdur” kadın ayrımının yapılamayacağı esas alınır. Cinsiyetçi sistem var oldukça, her kadın, toplumun “erkeklik” kalıplarına uymayan her erkek ve iki-cinsiyet şablonuna uymayan her birey farklı şekil ve boyutlarda şiddet ve ayrımcılık yaşayacaktır. Bu yüzden feminist aktivistler İngilizce’de “victim” (mağdur veya kurban) kelimesi yerine, “survivor” (ayakta kalan, hayatta kalan) kelimesini kullanırlar. Bu sistem içinde ayakta durmayı, yaşayabilmeyi, kendini bir şekilde var edebilmeyi başaran herkes “survivor”dur. Her “survivor”ın diğerlerinden öğrenecek birşeyi vardır ve ancak herkes kendi yaşadığı şiddet ve ayrımcılıkla yüzleştikçe, paylaştıkça ve bu farkındalıkla dayanışma ağları kurdukça değişecektir sistem. Dilin, olayları ve kişileri hangi kelimelerle tanımladığımızın çok büyük etkisi vardır geliştirdiğimiz mücadelelerin şekillenmesinde. “Survivor” kavramını türkçeleştirip yaygınlaştıramamış olmanın da etkisiyle, kendisini “kurtulmuş” varsayıp, başkalarına “kurtarıcılık” yaptığını zanneden ve böylece hiyerarşi ve baskıya dayalı ilişki şekillerini yeniden yaratan “feminist”ler hala çoğunluktadır maalesef bu coğrafyada.
Bundan birkaç ay önce kadına yönelik şiddetin tartışılacağı bir televizyon programına katılmıştım. 5 dakikalık program arasında, program konuklarından biri olan ve o dönemde Kıbrıs’ın kuzeyinde var olan tek sığınma evinin yöneticiliğini yapan bir kadın, sığınma evinde kalan bir genç kadın hakkında yakınmaya başladı. Aile baskısı ve şiddetinden kaçan hamile, bekar bir genç kadın. “Her gün saatlerce oturup anlatıyorum ona neden kürtaj olması lazım, sonra ‘tamam mı?’ diyorum, yine ille de doğuracağım diyor. Nasıl doğuracak? Ne yapacak? Çok zaman kalmadı, lazım ikna edelim” gibi bir konuşma yapıyor. Kendini “kurtulmuş” zannedip bu “zavallı” kızı kendi doğruları çerçevesinde “kurtarma” rolünü üstlenmiş. Ben daha bu duyduklarımın şoku içindeyken, yine program katılımcısı olan genç psikiyatrist bir kadın “Ben geleyim konuşayım, ikna ederim onu!” diye atlıyor konuşmaya. Normalde gördüğüm yanlışlık ve haksızlıklar karşısında kendimi zorlasam da sessiz kalmayı beceremem. Duyduklarım karşısında, 2007 yılından beri feminist ilkeler çerçevesinde alanda, yaşadığı şiddeti fark edip bununla mücadele edebilmek için destek talep eden kadınlarla çalışan biri olarak neye uğradığımı şaşırdım. Yargılamamak, “kurtarıcı” rolüne girmemek ve reçete vermemek bu alandaki çalışmaların önde gelen prensiplerini oluşturur. Duyduklarıma inanamadım. Nerden başlasam, ne desem bilemedim. İlgili kurumun sığınma evi ve kadına yönelik şiddet konusunda yaptığı çalışmalara gönüllü destek olabileceğimi, tecrübelerimi paylaşabileceğimi söylemiştim daha önce ama hiçbir zaman böyle bir talep gelmedi. O gün sessiz kalmasaydım birşey değişir miydi? Bir farkındalık yaratabilir miydim? Emin değilim… Yine de sonradan çok sorguladım, çok suçladım kendimi. Kim bilir neler yaşanıyor mesai saatleri sonrası kadınların kilitlenip hapsedildiğini duyduğumuz bu “sığınma evi”nde?
“Özel olan politiktir” söyleminin bir uzantısı da feminist araştırma ve bilgi üretiminde bireylerin, özellikle de geleneksel resmi söylemlerde ve tarihte sesleri hiç duyulmayan kadınların “özel” deneyimlerinin önemli bir yeri olmasıdır. Toplumun “özel” olarak belirlediği alanlarda yaşadığımız birçok sorununun kökünde nasıl toplumsal değerler ve düzenlemeler yatıyorsa, politik değişim (yani bu değerlerin ve düzenin değişimi) de ancak bu “özel” alanlarda yaşanan baskının, şiddetin, hak ihlallerinin ve bunların altında yatan sistemik etkenlerin ortaya konmasıyla mümkün olacaktır.
Bu yüzden de kürtaj konusunu irdelemeye kendi “özel”imden başlıyorum, hem toplumsal değişim hem bireysel yüzleşme ve iyileşme için… Bedenimin benim olduğu bilincini ve bedenimle barışık olmayı hep teşvik eden bir aile ortamında büyümeme rağmen, toplumun bedenim üzerinde kurmaya çalıştığı egemenliğin etkilerini hissettim hep. Hatta belki de bu ikisinin çözümsüz çelişkisi yatıyordu “özel” hayatımda yaşadığım gel-gitlerde. 20’li yaşlarda uzun bir birlikteliğin ardından toplumun “artık evlenmelisin” baskısından etkilenip bir evlilik yaptım, benim için doğru bir adım olmadığını bile bile. Sonrasında “evlendim ama çocuk yapmayacağım, ben biyolojik olarak anne olmak istemiyorum” diyerek direnmeye çalıştım toplumun “özel”im ve bedenim üzerinde kurmaya çalıştığı iktidara karşı. O zamanlar en azından bilinçli olarak feminist bir gözle bakmıyordum dünyaya. Baksaydım da birşey değişir miydi bilmiyorum.
Yıllar sonra cinsiyetçi sistemin ve bunu içselleştirmiş toplumun bedenim üzerinde kurmaya çalıştığı tahakküm tam zıt bir şekilde gösterdi kendini. Bu defa doğurmaya değil, doğurmamaya zorlayarak…
Dünyada 1960’lı yıllarda başlayıp 1970’lerin sonlarına kadar devam eden İkinci Dalga Feminizm’in en önemli kazanımlarından biri üreme hakları ve cinsel haklar alanında oldu. Kadının ne zaman ve kaç tane çocuk doğuracağı onun kararı olmalıydı. Mücadele daha çok kürtaj hakkı üzerinden yürütüldü. 19. Yüzyıl’da gelişmekte olan birçok ülkede kürtaj yasaklanırken, 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısında Amerika ve Avrupa’nın birçok ülkesinde kadınlar bedenleri üzerindeki bu hakkı geri aldılar. Türkiye’de 1965 yılında çıkan bir yasayla kadınlara sadece tıbbi zorunluluk hallerinde kürtaj hakkı tanınırken, 1983 yılında hamileliğin ilk 10 haftasında herhangi bir tıbbi gerekçe olmadan kürtaj hakkı geri verildi. Kıbrıs’ın kuzeyinde şu anda var olan düzenleme de bunun gibidir. Kıbrıs’ın güneyinde ise 1974 yılına kadar kürtaj tamamen yasakken, savaş döneminde yaşanan tecavüzlerden dolayı yasa değiştirilmiş, ancak sadece tecavüz gibi durumlarda ve tıbbi zorunluluk hallerinde kürtaja yasal olarak izin verilmiştir.
Kadının herhangi bir tıbbi zorunluluk veya tecavüz gibi bir durum olmaksızın kendi talebi üzerine kürtaj olabilme hakkının gerekliliği tartışılmazdır. Bu, kadının kendi bedeni üzerindeki egemenliğinin vazgeçilmez bir parçasıdır. Ancak, cinsiyetçi sistemin ve değerlerin hayatın her alanını yönlendirmeye devam ettiği bir toplumda kürtaj hakkı ne demektir? Kürtaj hakkı kendi başına kadının bedeni üzerinde hak sahibi olduğunun göstergesi olabilir mi?
Lise çağında bir genç kız düşünelim. Evli değil, ortaokul-lise çağında, henüz 18 değil. Ebeveynlerinin “rızası” yasal olarak kürtaj için yeterlidir. Farz edelim bebeğini aldırmak istemiyor, bu toplumda böyle bir seçeneği var mı? Ebeveynlerini de razı etti diyelim, bu toplumda “babasız” bir çocuğa ve “kocasız” bir anneye yer var mı? Farz edelim “baba” da çocuğu istedi, evlendiler. Yasalarımız nişanlı veya nikahlı bireylerin okula devam etmesine izin vermiyor. Çocuğu doğurmak istiyorsa ve ailesini buna ikna edebilirse, eğitim hakkından ve bunun ilerde getireceği tüm hak ve özgürlüklerden vazgeçmesi gerekecek.
Bir de 30’lu yaşlarında ekonomik özgürlüğünü kazanmış, kendi ayakları üzerinde durabilen, kadın ve çocuk hakları alanında çalışan, feminist bir kadın düşünelim. Ben… Bir yıldan fazla süren, karşılıklı saygı ve sevgiye dayalı olduğunu düşündüğüm bir birlikteliğin medeni bir şekilde sonlanmasından birkaç gün sonra hamile olduğumu öğrendim. Toplumun bazı cinsiyetçi kurallarını yıkmayı becerip, bir evi ve hayatımın birçok alanını paylaştığım bir ilişkiydi. Birkaç gün kendi içimde muhakeme yapıp anne olmak istediğime, hamileliği devam ettirmeye ve bu çocuğu gerekirse tek ebeveynli doğurmaya karar verdikten sonra durumu eski partnerimle paylaştım. Tepki “tabii ki kürtaj”dı. Zaten “ortada daha çocuk mocuk yok”tu… Ben, toplumdan gelecek tüm sorgulamaları, yargılamaları göğüsleyip doğurabilirdim bu çocuğu. Hatta sırf savunduğum feminist ilkelerin örneği olsun diye bile yapabilirdim. Ama bu toplumda “baba”nın ismi dahil hiçbir sorumluluk ve bağ kabul etmediği bir çocuk nelerle mücadele etmek zorunda kalacaktı? Neticede, bir hafta boyunca o güne dek hiç yaşamadığım boyutlarda duygusal ve psikolojik şiddete de maruz kaldıktan sonra, 9 ay sonra dünyaya gelecek çocuk için en doğrusunun hamileliği sonlandırmak olduğuna karar verdim. Kürtaj partnerim için çok kolay bir çıkış yolu, benim için ise yarası derin bir şiddet oldu.
Kürtaj tabii ki kadın haklarının, kadının doğurganlığı ve kendi bedeni üstünde söz hakkı olmasının vazgeçilmez bir parçasıdır. Ancak cinsiyetçi sistemin egemen olduğu bir toplumda, kürtajın bu amaca ne kadar hizmet ettiği de tartışılmalıdır. Sadece kürtaj hakkı için değil, kadının ne zaman hamile kalacağı, ne zaman doğuracağı üstünde gerçek anlamda söz sahibi olabilmesi için gerekli tüm şartların gerçekleşmesi için verilmelidir mücadele. Ve bu mücadele, cinsiyetçi sistem devam ettikçe hiçbirimizin “kurtulmuş” olmadığını fark ederek güçlenecektir ancak.
Yasaların hala daha tacizi ve tecavüzü kadın bedenine karşı bir saldırı değil, toplum “ahlak”ına aykırı bir suç olarak tanımladığı bir toplumda yaşıyoruz. Kadınların her gece yatak odalarında, sokakta, savaşta yaşadıkları tecavüzlerin gizli kaldığı bir toplumda. Evlenmeden çocuk doğurmayı bırakın, boşanmış annelerin bile dışlandığı, yargılandığı bir toplumda yaşıyoruz. Babası “belli olmayan” bir çocuğun isim takılıp yargılandığı, dışlandığı bir toplumda…
Keşke kürtaj hakkını tanımakla bitseydi kadının bedeni üzerindeki şiddet, erkeğin ve toplumun kadın bedeni üstündeki egemenliği. Kadına yönelik ayrımcılık ve şiddeti barındırmadığını, modern ve ilerici olduğunu iddia eden bu toplumun daha gidecek çook yolu var.

   



Tuesday, May 22, 2012

Kadınlara ve Çocuklara Yönelik Şiddetin ve Cinsel İstismarın Önlenmesi Yasa Önerisi İle İlgili Görüş


Toplumsal Cinsiyet ve Azınlıklar Enstitüsü

21.05.2012

Kadınlara ve Çocuklara Yönelik Şiddetin ve Cinsel İstismarın Önlenmesi
Yasa Önerisi İle İlgili Görüş ve Öneriler


2. Madde
Önerilen Değişiklik: “Çocuk” 18 yaşın altındaki kişileri anlatır. Bu yasada belirtilen şiddet, cinsel sömürü ve istismar davranışları 18 yaş altındaki tüm kız ve oğlan çocukları kapsar.
Gerekçe: Yasada referans edilen Avrupa Konseyi Çocukların Cinsel Sömürü ve İstismara Karşı Korunması Sözleşmesi’nde Madde 18(1)(a)’ya göre cinsel istismar “ulusal hukukun ilgili hükümlerine göre yasal olarak cinsel erginlik yaşına gelmemiş olan bir çocukla cinsel faaliyetlerde bulunmak” olarak tanımlanır. KKTC Ceza Yasası’nda oğlan çocuklar için cinsel erginlik yaşı belirtilmediği için, yasaya bu ibarenin yerleştirilmemesi durumunda oğlan çocukların cinsel sömürü ve istismara karşı korunması bu yasanın da kapsamı dışında kalacaktır.

2. Madde
Önerilen Değişiklik (eklenecek metin): Çocuklara yönelik şiddet ayrıca çocuklara yönelik ihmali içerir. İhmal, ana ve babanın çocuğa yeterli ilgiyi göstermemesi veya ona karşı maddi ve manevi sorumluluklarını ağır biçimde savsaklaması olarak anlaşılır
Gerkeçe: İmzalanan uluslararası sözleşmeler uyarınca, yasanın tümünde çocuklara yönelik şiddetin ihmali de kapsaması gereklidir.

5. Madde
Önerilen Değişiklik: (2) Bu yasa kapsamındaki, kadınlara ve çocuklara yönelik şiddet ve cinsel istismara karşı verilecek destek ve hizmetlerin sunumunda, temel insan haklarına ve çocuk haklarına dayalı, toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı, sosyal devlet ilkesine uygun, adil, etkili ve süratli bir yöntem izlenir.  Hekimler, hemşireler, psikologlar, psikolojik danışman ve rehberler, öğretmenler, polisler gibi ama bunlarla sınırlı olmayacak şekilde bireylerle direk temas halinde olan bütün meslek gruplarından kişilerin, görev alanlarına dahil kısımları içerecek şekilde Bakanlık tarafından onaylanan hizmet içi eğitimden geçmeleri ve sertifika almaları yasal zorunluluktur. Bu eğitim programlarını ve sertifikaları sunan kurumların bu yasada belirlenen ilkeler çerçevesinde uygunlukları yılda bir kez olmak üzere Bakanlık tarafından denetlenip onaylanır.
Gerekçe: “Eğitim verilir” ibaresi kesin bir zorunluluk getirmemekte, keyfi duyulmaktadır. Bu alışma özel bir eğitim ve farkındalık gerektirir. Şiddetin ve istismarın tespit edilebilmesi, siddet yaşayan bireylere sunulacak desteğin faydalı olması ve etkilerinin sürekliliğinin sağlanabilmesi için çalışanların bu farkındalık ve eğitim çalışmasından geçmesi şarttır. Para veya farklı bir menfaat için gerekli eğitim alınmadan sertifikaların verilmesinin önüne geçmek için düzenli denetim şarttır.

6. Madde
Önerilen Değişiklik: Bu Yasa kapsamında verilen hizmet, ülke çapında eşit ve dengeli sunulur. Hizmetin kırsal kesimlerde de erişilebilir olması için özel çaba gösterilir.
Gerekçe: Mevcut durumda kırsal bölgeler ihmal edilmektedir. Her kazada sadece bir Birim’in bulunması durumunda kırsal bölgelerde yaşayan bireylerin hizmetlere erişimi zorlaşacaktır. Böylece kırsal bölgelere erişim için özel bir çaba gösterilmelidir.

7. Madde
Önerilen Değişiklik: Şiddeti ve Çocuk İstismarını Önleme Birimlerinde görev yapacak personel sayısı Bakanlık tararfından ihtiyaca göre belirlenir ve her birimde mutlaka psikolog, sosyolog, hukukçu, doktor, sosyal hizmet uzmanı ve sekreter olacak şekilde istihdam yapılır. Birimlerde koordinasyon görevini yapacak uzmanın psikolog, sosyolog veya sosyal hizmet uzmanı olması, koordinatörün geldiği uzmanlık alanından en az bir personel daha bulunması sağlanır. Ayrıca her birimde sürekli bulunmak üzere en az iki polis mensubu görevlendirilir.
Gerekçe: Şu anda Çağlayan Çocuk Yuvası’nın durumunda görüldüğü gibi, personel eksikliğinden dolayı sosyal hizmet uzmanı personelin yöneticilik görevini üstlenmek durumunda kalması, bu uzmanın kendi hizmet alanına yoğunlaşmasına engel olmaktadır.

7. Madde
Önerilen Değişiklik: Şiddeti ve Çocuk İstismarını Önleme Birimlerinde görev yapacak personel sayısı Bakanlık tararfından ihtiyaca göre belirlenir ve her birimde mutlaka psikolog, sosyolog, hukukçu, doktor, sosyal hizmet uzmanı ve sekreter olacak şekilde istihdam yapılır. Ayrıca her birimde sürekli bulunmak üzere en az iki polis mensubu görevlendirilir. Bu birimlerde görev yapacak personel çalışmaya başlamadan önce kadın ve çocuğa yönelik şiddet ve cinsel istismar konusunda bilgi sahibi ve tecrübeli uzmanlar tarafından mesleki eğitimden geçirilir.
Gerekçe: Bu konuda insan ve çocuk haklarını gözeterek ve şiddet döngüsünü kırmak için gerekli olan güçlenmeyi sağlayacak şekilde çalışmak özel bir eğitim ve farkındalık gerektirir. Şiddet yaşayan bireylere sunulacak desteğin faydalı olması ve etkilerinin sürekliliğinin sağlanabilmesi için çalışanların bu farkındalık ve eğitim çalışmasından geçmesi şarttır.

8. Madde
Önerilen Değişiklik: (D) Kadınlara ve çocuklara yönelik şiddet ve cinsel istismar konularında faaliyet gösteren sivil toplum örgütü temsilcilerinin de yer alacağı bir Şiddet İzleme Komitesi kurmak. Bu Komite altı ayda bir, tedbirlerin uygulanmasının sonuçları ve ilgililer üzerindeki etkilerine dair rapor hazırlayarak Bakanlığa sunar.
Gerekçe: Şiddet İzleme Birimi örnekleri birçok Avrupa ülkesinde mevcuttur, Avrupa Kadın Lobisi tarafından da teşvik edilmektedir. Türkiye’deki örnek başarılı bir modeldir.

8. Madde
Önerilen Değişiklik (eklenecek metinler): (1) (E) Gerekli durumlarda şiddet mağduru kişilerin yerleştirilebilecekleri uygun sığınma evi veya yurdun var olmaması durumunda, ihtiyaca uygun bir sığınma evi veya yurt kurar.
(1) (F) Üç ayda bir, gerekli durumlarda şiddet mağduru kişilerin yerleştirilecekleri sığınma evi, yurt veya ailelerin bu yasada belirlenen ilkelere uygunluğunu denetlemek, raporlamak.
Gerekçe: 1. Şu anda ülkemizde özellikle 12 yaş üstündeki oğlan çocukların gerekli durumlarda yerleştirilebilecekleri bir yurt bulunmamaktadır. Bu da ergenlik çağına girmiş, şiddet ve cinsel istismar yaşayan oğlan çocukları çocuk hakları çerçevesinde kabul edilemez bir şekilde mağdur etmektedir. Bu yasanın bu mağduriyeti ivedilikle ortadan kaldırması gerekmektedir.
2. Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nin 23. Maddesinde belirtildiği gibi, “Taraflar, kadınlar ve çocuklar başta olmak üzere, mağdurlara güvenli barınma imkanı sunmak ve onlara ilişkin önceden önlem almak amacıyla yeterli sayıda, kolay erişilebilir ve uygun sığınma evleri kurmak üzere gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alır.” Dışardan gerekli uzman desteğin alındığı ancak devlet himayesinde sürdürülebilirliği garanti altına alınmış bir sığınma evinin olmaması durumunda (ki şu andaki durum maalesef böyledir) bu yasanın birçok maddesinin işlevselliği olmayacaktır. Böyle bir sığınma evinin olmaması yukarda belirtilen Sözleşme maddesinin de ihlalidir.

Madde 8
Önerilen Değişiklik: (2) (A) Şiddet veya cinsel sömürü veya istismar mağduru kişiye psikolojik ve hukuksal destek sağlamak ve barınma, geçici maddi yardım, sağlık, adlî yardım gibi hizmetleri sağlamak ve koordine etmek.
Gerekçe: Şiddet ve sömürüye karşı yukardaki destekleri sağlamak devletin görevidir.

Madde 8
Önerilen Değişiklik: (2) (B) Gerekmesi halinde şiddet veya cinsel sömürü veya istismar mağduru kadınların ve çocukların bulundukları yerden uzaklaştırılıp uygun sığınma evi, yurt veya Sosyal Hizmetler Dairesinin uygun göreceği bir aile yanına yerleştirilmesini sağlamak. Yerleştirmenin bir aile yanına yapılması durumunda, çocuk yerleştirilmeden önce o evde yaşayan yetişkinlerin çocuk hakları, şiddet, cinsel istismar ve sömürü üzerine bir farkındalık çalışmasına katılmasını ve bu yasada belirlenen ilkeler çerçevesinde aile uygunluğunun her üç ayda bir denetlenip, raporlanmasını sağlamak.
Gerekçe: Ülkemizde çocukların yerleştirilebilecekleri yuvaların kapasite yetersizliğinden dolayı, korunmaya alınması gereken birçok çocuğun aslında şartları çocuğu korumaya uygun olmayan ailelere teslim edildiği bilinmektedir. Bunun önüne geçilmesi için hem yuva kapasitesinin artırılması, hem ailenin uygunluğunun bu yasada belirlenen ilkeler çerçevesinde belirlenmesi ve takip edilmesi, hem de çocuğu korumaya alacak ailenin konunun uzmanları tarafından gerçekleştirilecek farkındalık ve eğitim çalışmasına katılması gerekmektedir. Bunun olmaması durumunda çocuğun devlet eliyle daha riskli bir ortama yerleştirilmesi söz konusu olabilir.

Madde 9
Önerilen Değişiklik: Bu Yasa kapsamına giren bütün şiddet ve çocuğun cinsel sömürü veya istismarı biçimleriyle ilgili olarak; arayanlara, gizlilik içerisinde veya arayanın kimliğinin gizli kalmasına gereken özeni göstererek danışmanlık yapmak, mağdura hakları konusunda bilgilendirme yapmak ve Sosyal Hizmetler Dairesi ile diğer ilgili kurumlara yönlendirmek üzere ülke çapında, kesintisiz (7/24) çalışan, ücretsiz telefon destek hattı hizmeti sağlayacak bir telefon hattı açılır. Bu hatta çalışacak personel çalışmaya başlamadan önce kadın ve çocuğa yönelik şiddet ve cinsel istismar ve acil destek hatları konusunda bilgi sahibi ve tecrübeli uzmanlar tarafından yoğunlaştırılmış mesleki eğitimden geçirilir.
Gerekçe: Bu konuda insan ve çocuk haklarını gözeterek ve şiddet döngüsünü kırmak için gerekli olan güçlenmeyi sağlayacak şekilde çalışmak özel bir eğitim ve farkındalık gerektirir. Şiddet yaşayan bireylere sunulacak desteğin faydalı olması ve etkilerinin sürekliliğinin sağlanabilmesi için çalışanların bu farkındalık ve eğitim çalışmasından geçmesi şarttır. Acil destek hattında hizmet sunmak da özel bir eğitim gerektirmektedir.

Madde 11
Önerilen Değişiklik: (1) Polis mensupları, şikayet ve ihbar üzerine veya kendisinin öğrendiği veya tanık olduğu bir şiddet veya çocuk istismarı olayı karşısında, resmi tatil gün ve saatlerinde ve gecikmesinde sakınca bulunan hallerde, koruyucu tedbir kararı verilinceye kadar öncelikle mağduru, yakınlarını ve tanıkları güvence altına alacak ve saldırganı durduracak ve uzaklaştıracak tedbirleri alır. Polis mensupları mağdurla ilk temas anında mağdurun güvenli hissedeceği yalnız bir ortamda Şiddeti ve Çocuk İstismarını Önleme Birimi’nden ilgili uzmanlarla yüzyüze veya telefonla görüşmesini sağlar.
Gerekçe: Aile içinde şiddet yaşayan bireyin haklarından ve devletin sunacağı koruma ve destek hizmetinden haberdar olması şiddeti rapor edebilmesi ve doğru ifade verebilmesi açısından gereklidir.

Madde 14
Önerilen Değişiklik: (2) Cezaların belirlenmesinde ve infaz edilmesinde hiçbir şekilde iyi hal, pişmanlık ve şartlı tahliye gibi cezai indirimler uygulanamaz. Hapis cezaları, para cezasına çevrilemez.
Gerekçe: Şu anda ülkemizdeki cezaevi sistemi ve yeni yürürlüğe konan şartlı tahliye sisteminde rehabilitasyon ve takip konusundaki altyapısal eksikliklerden dolayı bu yasa dahilindeki cezaların infazında şartlı tahliye dahil cezai indirimlerin veya değişikliklerin uygulanmaması şarttır.

Madde 20
Önerilen Değişiklik: (4) İlköğretim ve ortaöğretim müfredatına, çocuk hakları, çocukların cinsel sömürüsü ve istismarı, kadının insan hakları ve kadın erkek eşitliği konusunda eğitime yönelik dersler konulur. Yine bu konularda ebeveynlere yönelik hazırlanacak bilgilendirme broşürleri her sömestr başında ailelere gönderilir. Her okulda her sömestr en az bir kez olmak üzere ebeveynlere ve çocukların velisi durumundaki kişilere yönelik bilgilendirme toplantıları düzenlenir.
Gerekçe: Çocukların müfredat çerçevesinde öğrendikleriyle evdeki tutumların uyuşmaması durumunda ailede çatışmalar artar. Bu sebeple ailenin de paralel olarak bilinçlendirilmesi elzemdir.

Madde 20
Önerilen Değişiklik (eklenecek madde):  (6) Hekimler, hemşireler, psikologlar, psikolojik danışman ve rehberler, öğretmenler, polisler gibi ama bunlarla sınırlı olmayacak şekilde bireylerle direk temas halinde olan bütün meslek gruplarından kişiler, bu yasa kapsamındaki tüm şiddet, ihmal, cinsel sömürü ve istismar belirtileri bulunan tüm durumları Şiddeti ve Çocuk İstismarını Önleme Birimleri’ne ihbar etmek ve raporlamakla yükümlüdür.
Gerekçe: Kadınlara ve çocuklara yönelik şiddet ve cinsel istismar vakalarında etkili olan güç ve baskı dinamiklerinden dolayı mağdur kişilerin kendi insiyatifleri ile şikayette bulunmalarını beklemek gerçekçi değildir. Devletin kadın ve çocukları koruma görevini yerine getirebilmesi için bireylerle direk temas halinde olan tüm meslek gruplarının bu konuda bilinçlenmesi ve şüpheli durumları ivediyetle ilgilil devlet kurumlarına rapor etmesi gereklidir.

Madde 20
Önerilen Değişiklik (eklenecek madde): Herhangi bir çocuğun hamilelik ve/veya evlilik durumunda eğitim hakkı elinden alınamaz.
Gerekçe: Genel Ortaöğretim Dairesi (Kuruluş, Görev ve Çalışma Esasları) Yasası (50/1989 sayılı yasa) gereğince düzenlenen Ortaokullar ile Ortaöğretim Kurumları Kayıt-Kabul, Devam-Devamsızlık Tüzüğü’nün 5. Maddesi’ne göre nişanlı veya nikahlı çocukların okula devamları yasaklanmaktadır. Bu madde çocuk haklarının önünde önemli bir engel ve çocuklara yönelik ayrımcılık ve şiddet teşkil eder.