OĞLUM KARASAKAL Umut Özkaleli uozkalel@gmail.com
Ben Kıbrıslıyım.
Güneye geçebilenlerinden. Son zamanlarda duyduğum kadarı ile Kıbrıslı olmanın
belirleyici unsuru buymuş, Güney’e geçebilenler ‘gerçek’ Kıbrıslı, geçemeyenler
gerçek olmayan Kıbrıslılarmış. Üniversite sınıflarında bile burda doğup
büyümüş, kendini Kıbrıslı ifade eden gençlere ‘senin annen baban Türkiyeli, o
zaman sen Kıbrıslı değilsin’ diyebilen ve genci bir kimlik bunalımına düşürerek
aidiyetini sorumsuzca laflarla elinden alabililen hoyart ‘hocalar’ olabiliyormuş.
Ancak benim de
Kıbrıslılığım şaibeli. Kıbrıslılık diğer milliyetçilik modelleri gibi çok
talepkar, çok sınırlayıcı ve de çok dışlayıcı. Milletin kadınlarının
bedenlerinin millete ait olması baskısından soyutlanmış bir milliyetçilik değil
Kıbrıstaki milliyetçilik de. Özellikle aşırı milliyetçi, kapalı ve muhafazakar
‘solumuzun’ içindeki çok ‘adam’a göre benim Kıbrıslılığım da kirli bir
Kıbrıslılık. Evlilik bağı kurarak devletin istediği aşk modeline uymuş olmam
yetmedi, bir dönem o bağı kurmuş olduğum adamın ve o evlilikten doğmuş olan
çocuğumun ‘orijinal’ olmamasından dolayı özür dilemem beklendi hep. Benim
yerime özür dileyenler olmadı da değil. Ne de olsa kadın bedeni milletin önde
gelen adamlarının onayına tabi olmak zorundadır. Olmayınca da adamdan adama ve
kadınlardan adama ataerkil yapının gerektirdiği noktalarda özürleri seyrettim
hep, çokça rahatsız olarak ama ifadelendiremeden. Amerika’nın beyaz
ırkçılarından farklı değiliz bu konuda, 60ların öncesinde orda da kime aşık
olabileceğiniz milleti kurgulayanlarca belirleniyordu, beyazla siyahın aşkı,
olmaması gereken bir aşk biçimiydi. Kimi seveceğiniz dikte ediliyordu orda da. Hala
bugün varolan kadınla kadının erkekle erkeğin aşkının da kabul edilir bir biçim
olmaması gibi.
Kıbrıs’ta ırkçı
söylemlerin ve ötekileştirmelerin derinleşmeye
başladığını gördüğüm yıllarda daha gençtim. Yirmili yıllarımın ilk
yarısındayım. Amerika’dan tatile geldiğimde Türkiyeli göçmenlerle ilgili
söylenenleri duyduğumda, ‘onların kültürel olarak sorunlu olduklarını’
duyduğumda, ‘bizim insanımızın bir başka olduğunu, temiz ve iyi’ olduğunun
söylendiğini duyduğumda bu yaklaşımları dehşetle karşılıyor, Amerika’da
Latinolara özellikle Meksikalılara karşı geliştirilen ve ırkçılık olduğu artık
kitap tanımı haline gelmiş olan söylemlerle tıpatıp örtüşmesinin verdiği
panikle çevremdeki insanlara bu yaklaşımların neden sorunlu olduğunu anlatmak
için çırpınırken buluyordum kendimi. Yakın ve uzak çevremdeki insanlardan
aldığım klasik bir cevap vardı o dönemlerde, ‘senin eşin Türkiyeli olduğu için
biraz şeysin bu konularda’. Bu şey’in ne olduğu hiçbir zaman
tanımlanmadı, sadece sahip olduğum bu şeyin
iyi birşey olmadığı dudakların aşağıya doğru sarkıtılmasıyla bana anlatıldı.
Ama dedim ya gençtim, ‘neyim?’ diye sorup üsteleyemiyor, bir şekilde ötekileştirici,
dışlayıcı ve insanlığından çıkarıcı olan bu söylemlerin yanlış olduğundan emin
olsam da sesimi bulamıyordum. Daha çok, şey
olmamaya ve bu insanların yaklaşımlarını anlamaya çalışıyordum.
Yıllar içerisine
tanıştığım insanlar, başımdan geçen tecrübeler, okuduklarım, izlediklerim,
gördüklerim sonucunda ırkçılığın temellerini, söylemlerini, kendini
meşrulaştırma biçimlerini derinlemesine fark ettim. Karpazlı bir arkadaşım
Kıbrıs’ta büyümüştü, Kıbrıslı hissediyordu ama ailesi Türkiye’den 1975’te
geldiği için herkes ona Kıbrıslı olmadığını telkin ediyordu. Türkiye’ye
yerleşti, burdan ayrıldı, bu sefer de herkes ona Türkiyeli değil Kıbrıslı
olduğunu söyledi. O ‘hiçbir yere ait olamamak’ diyor buna. Bense ondan biraz
daha farklı ifade ediyorum bu tanımı. Heryerli ve hiçbiryerliyiz biz,
diyorum.
Oğlumun gülen
yüzüne bakıyorum. Kendini sevindiren birşey olduğunda attığı kahkahanın sesi
kulaklarımda yankılanıyor her daim. Keman sesi duyduğunda dolan gözleri ve
aşağı doğru büzülen dudağıyla, küçücük elini kalbine yerleştirerek ağalmaklı
bir sesle bana ‘bu muzik buramı ağrıtıyor’ diyerek kemanın sesini ruhunda
duyduğunu anlattığı günü hiç unutamıyorum. Feminist kalbimi kırmamak için
sosyal çevresinde öğretilen tüm zıt görüşlere rağmen bana ‘kızlarla oğlanlar
arasında fark yoktur biliyorum’ dediğinde hassasiyetlerime gösterdiği
demokratik saygı hep gülümsetiyor beni. ‘Orijinal Kıbrıslı’ sayfalarında ari
Kıbrıslılığı yerlere göklere sığdıramayan tanıdıklarım ne zaman çocuğumun
yanına yaklaşsa ‘öteki’ olan çocuğumu insanlığından çıkarma kabiliyetlerinden,
dışlayıcılıklarından, ‘orijinal’ Kıbrıslı bir çocuk kadar sevebilmenin kuşkulu
olduğundan bahseden insanlara karşı hissettiğim tedirginliğin boyutlarını anlaybilir
misiniz? Ya genlerinde ‘Kıbrıslılık’ olması hasebiyle tamam olduğunu
düşünenler? Onlar da eşit derecede tedirginlik veriyorlar ve törpülüyorlar
ruhumu.
Çocuk umuttur
demişler. Tedirginiliğimi ortadan kaldıran gene nevi şahsına münhasır oğlum
oldu. Geçen kış, bir gün parlayan gözleri ile okuldan geldi ve bana okul
tiyatrosunda başrol oynayacağını söyledi. Rolünün de Korsan Blackbeard olduğunu
söyledi. O an çok da büyük bir sembolik anlamı olmadı benim için.
Rolüne çalıştığı,
hep bunu düşündüğü günlerden birinde bolca Kıbrıslının olduğu bir ortama
gittik. Kendisiyle sohbet edenlerle konuşurken konu kaçınılmaz olarak tiyatroya
ve rolüne geldi. Birisi ona hangi rolü oynayacağını sordu. Türkçe konuşan
insanların arasında olmasından olsa gerek tercüme etme gereği duydu ve ‘ben
karasakalım’ dedi. Birden grupta bir sessizlik oldu ve herkes dönüp Hür’e
baktı. Kırbıslılık, Türkiyelilik, Amerikalılık ekseninde sahip olduğu çok
kimlikliliği ile oğluma baktım. İlk bakıcları arasında Zimbabweli bir kadın,
Hintli bir adam, okul öncesinde en iyi arkadaşı siyah bir kız çocuk olan,
çevresinde engellilerle büyüyen, en sevdiği insanlar arasında LGBTQ bireylerin
olduğu, yanlarında oturup onlarla konuştuktan sonra çocukların işçi olmasının
nasıl bitebileceğini soran bu Hür çocuğa baktım. Bu adada yetişkin olarak
yaşamış ama bunca çeşitliliği sevebilmeyi hiç tecrübe etmemiş bir takım insana
rağmen daha altı yaşında nasıl engin bir hürriyete sahip olduğunu fark ettim. Oğlumun
bir yarısının Türkiyeli olmasının beni şey
yapmadığını, şey olmamdan dolayı
sevgimi ‘orijinal Kıbrıslılarla’ sınırlayacak kadar yoksun ve limitli
olmadığımı gördüm. Bu bana yıllar önce atfedilen şey olma halini tanımladım bir anda: inanı insan olarak kabul etmek
ve milletine bakmadan insanları değerlendirebilmekti benim şey olma halim. Bu tanımsız şeyi
tanımlayamayanların neden tanımlayamadıklarını anladım ve bu şey olma halinin bir kazanım olduğunu
gördüm. Kıbrıs’a döndüğümden beri de çevremde benim gibi şey olan insanlarla sarmalanmış olmanın huzurunu ve güvenini
yaşadım.
‘Karasakal’
olmasından dumura uğramış şekilde Hür’e bakan gözleri seyrederken birden bir
kahkaha patlattım. Hür oğlumun sevgi dolu küçücük ellerini avuçlarıma alıp dudaklarıma
götürdüm ve onun tüm pozitif enerjisini yüreğime kattım.