Sunday, June 24, 2012


OĞLUM KARASAKAL                                                                   Umut Özkaleli            uozkalel@gmail.com

Ben Kıbrıslıyım. Güneye geçebilenlerinden. Son zamanlarda duyduğum kadarı ile Kıbrıslı olmanın belirleyici unsuru buymuş, Güney’e geçebilenler ‘gerçek’ Kıbrıslı, geçemeyenler gerçek olmayan Kıbrıslılarmış. Üniversite sınıflarında bile burda doğup büyümüş, kendini Kıbrıslı ifade eden gençlere ‘senin annen baban Türkiyeli, o zaman sen Kıbrıslı değilsin’ diyebilen ve genci bir kimlik bunalımına düşürerek aidiyetini sorumsuzca laflarla elinden alabililen hoyart ‘hocalar’ olabiliyormuş.

Ancak benim de Kıbrıslılığım şaibeli. Kıbrıslılık diğer milliyetçilik modelleri gibi çok talepkar, çok sınırlayıcı ve de çok dışlayıcı. Milletin kadınlarının bedenlerinin millete ait olması baskısından soyutlanmış bir milliyetçilik değil Kıbrıstaki milliyetçilik de. Özellikle aşırı milliyetçi, kapalı ve muhafazakar ‘solumuzun’ içindeki çok ‘adam’a göre benim Kıbrıslılığım da kirli bir Kıbrıslılık. Evlilik bağı kurarak devletin istediği aşk modeline uymuş olmam yetmedi, bir dönem o bağı kurmuş olduğum adamın ve o evlilikten doğmuş olan çocuğumun ‘orijinal’ olmamasından dolayı özür dilemem beklendi hep. Benim yerime özür dileyenler olmadı da değil. Ne de olsa kadın bedeni milletin önde gelen adamlarının onayına tabi olmak zorundadır. Olmayınca da adamdan adama ve kadınlardan adama ataerkil yapının gerektirdiği noktalarda özürleri seyrettim hep, çokça rahatsız olarak ama ifadelendiremeden. Amerika’nın beyaz ırkçılarından farklı değiliz bu konuda, 60ların öncesinde orda da kime aşık olabileceğiniz milleti kurgulayanlarca belirleniyordu, beyazla siyahın aşkı, olmaması gereken bir aşk biçimiydi. Kimi seveceğiniz dikte ediliyordu orda da. Hala bugün varolan kadınla kadının erkekle erkeğin aşkının da kabul edilir bir biçim olmaması gibi.

Kıbrıs’ta ırkçı söylemlerin ve ötekileştirmelerin derinleşmeye  başladığını gördüğüm yıllarda daha gençtim. Yirmili yıllarımın ilk yarısındayım. Amerika’dan tatile geldiğimde Türkiyeli göçmenlerle ilgili söylenenleri duyduğumda, ‘onların kültürel olarak sorunlu olduklarını’ duyduğumda, ‘bizim insanımızın bir başka olduğunu, temiz ve iyi’ olduğunun söylendiğini duyduğumda bu yaklaşımları dehşetle karşılıyor, Amerika’da Latinolara özellikle Meksikalılara karşı geliştirilen ve ırkçılık olduğu artık kitap tanımı haline gelmiş olan söylemlerle tıpatıp örtüşmesinin verdiği panikle çevremdeki insanlara bu yaklaşımların neden sorunlu olduğunu anlatmak için çırpınırken buluyordum kendimi. Yakın ve uzak çevremdeki insanlardan aldığım klasik bir cevap vardı o dönemlerde, ‘senin eşin Türkiyeli olduğu için biraz şeysin bu konularda’. Bu şey’in ne olduğu hiçbir zaman tanımlanmadı, sadece sahip olduğum bu şeyin iyi birşey olmadığı dudakların aşağıya doğru sarkıtılmasıyla bana anlatıldı. Ama dedim ya gençtim, ‘neyim?’ diye sorup üsteleyemiyor, bir şekilde ötekileştirici, dışlayıcı ve insanlığından çıkarıcı olan bu söylemlerin yanlış olduğundan emin olsam da sesimi bulamıyordum. Daha çok, şey olmamaya ve bu insanların yaklaşımlarını anlamaya çalışıyordum.

Yıllar içerisine tanıştığım insanlar, başımdan geçen tecrübeler, okuduklarım, izlediklerim, gördüklerim sonucunda ırkçılığın temellerini, söylemlerini, kendini meşrulaştırma biçimlerini derinlemesine fark ettim. Karpazlı bir arkadaşım Kıbrıs’ta büyümüştü, Kıbrıslı hissediyordu ama ailesi Türkiye’den 1975’te geldiği için herkes ona Kıbrıslı olmadığını telkin ediyordu. Türkiye’ye yerleşti, burdan ayrıldı, bu sefer de herkes ona Türkiyeli değil Kıbrıslı olduğunu söyledi. O ‘hiçbir yere ait olamamak’ diyor buna. Bense ondan biraz daha farklı ifade ediyorum bu tanımı. Heryerli ve hiçbiryerliyiz biz, diyorum. 

Oğlumun gülen yüzüne bakıyorum. Kendini sevindiren birşey olduğunda attığı kahkahanın sesi kulaklarımda yankılanıyor her daim. Keman sesi duyduğunda dolan gözleri ve aşağı doğru büzülen dudağıyla, küçücük elini kalbine yerleştirerek ağalmaklı bir sesle bana ‘bu muzik buramı ağrıtıyor’ diyerek kemanın sesini ruhunda duyduğunu anlattığı günü hiç unutamıyorum. Feminist kalbimi kırmamak için sosyal çevresinde öğretilen tüm zıt görüşlere rağmen bana ‘kızlarla oğlanlar arasında fark yoktur biliyorum’ dediğinde hassasiyetlerime gösterdiği demokratik saygı hep gülümsetiyor beni. ‘Orijinal Kıbrıslı’ sayfalarında ari Kıbrıslılığı yerlere göklere sığdıramayan tanıdıklarım ne zaman çocuğumun yanına yaklaşsa ‘öteki’ olan çocuğumu insanlığından çıkarma kabiliyetlerinden, dışlayıcılıklarından, ‘orijinal’ Kıbrıslı bir çocuk kadar sevebilmenin kuşkulu olduğundan bahseden insanlara karşı hissettiğim tedirginliğin boyutlarını anlaybilir misiniz? Ya genlerinde ‘Kıbrıslılık’ olması hasebiyle tamam olduğunu düşünenler? Onlar da eşit derecede tedirginlik veriyorlar ve törpülüyorlar ruhumu.

Çocuk umuttur demişler. Tedirginiliğimi ortadan kaldıran gene nevi şahsına münhasır oğlum oldu. Geçen kış, bir gün parlayan gözleri ile okuldan geldi ve bana okul tiyatrosunda başrol oynayacağını söyledi. Rolünün de Korsan Blackbeard olduğunu söyledi. O an çok da büyük bir sembolik anlamı olmadı benim için.  

Rolüne çalıştığı, hep bunu düşündüğü günlerden birinde bolca Kıbrıslının olduğu bir ortama gittik. Kendisiyle sohbet edenlerle konuşurken konu kaçınılmaz olarak tiyatroya ve rolüne geldi. Birisi ona hangi rolü oynayacağını sordu. Türkçe konuşan insanların arasında olmasından olsa gerek tercüme etme gereği duydu ve ‘ben karasakalım’ dedi. Birden grupta bir sessizlik oldu ve herkes dönüp Hür’e baktı. Kırbıslılık, Türkiyelilik, Amerikalılık ekseninde sahip olduğu çok kimlikliliği ile oğluma baktım. İlk bakıcları arasında Zimbabweli bir kadın, Hintli bir adam, okul öncesinde en iyi arkadaşı siyah bir kız çocuk olan, çevresinde engellilerle büyüyen, en sevdiği insanlar arasında LGBTQ bireylerin olduğu, yanlarında oturup onlarla konuştuktan sonra çocukların işçi olmasının nasıl bitebileceğini soran bu Hür çocuğa baktım. Bu adada yetişkin olarak yaşamış ama bunca çeşitliliği sevebilmeyi hiç tecrübe etmemiş bir takım insana rağmen daha altı yaşında nasıl engin bir hürriyete sahip olduğunu fark ettim. Oğlumun bir yarısının Türkiyeli olmasının beni şey yapmadığını, şey olmamdan dolayı sevgimi ‘orijinal Kıbrıslılarla’ sınırlayacak kadar yoksun ve limitli olmadığımı gördüm. Bu bana yıllar önce atfedilen şey olma halini tanımladım bir anda: inanı insan olarak kabul etmek ve milletine bakmadan insanları değerlendirebilmekti benim şey olma halim. Bu tanımsız şeyi tanımlayamayanların neden tanımlayamadıklarını anladım ve bu şey olma halinin bir kazanım olduğunu gördüm. Kıbrıs’a döndüğümden beri de çevremde benim gibi şey olan insanlarla sarmalanmış olmanın huzurunu ve güvenini yaşadım.  

‘Karasakal’ olmasından dumura uğramış şekilde Hür’e bakan gözleri seyrederken birden bir kahkaha patlattım. Hür oğlumun sevgi dolu küçücük ellerini avuçlarıma alıp dudaklarıma götürdüm ve onun tüm pozitif enerjisini yüreğime kattım.




Tuesday, June 19, 2012


BİREY OLABİLEN HÜR ÇOCUKLARIN TOPLUMU
                                                                                                   Umut Ozkaleli    uozkalel@gmail.com

Solun nerede sınınfta kaldığını anlamaya çalışıyorum. Son üç yılda bu ülke sınıfta kalmışlığın cevabını anlamakta önemli bir labaratuvar oldu.

Solun örgütlülüğün önemini vurgularken yaşadığı derin bir ayrıştırma probleminin olduğunu ve bunun solun dinamizmini kırmakta en temel sorun olduğunu farkettim geçtiğimiz birkaç haftalık süreçte. Solun en temel vurgularından biri, örgütlenmeden sistem içerisindeki ezilenlerin sisteme karşı başkaldırma ihtimalinin olmayacağıdır. Örgütlenmek temel çıkış noktası sistemi değiştirecek şekilde güçlenmek için esastır. Bu bağlamda yeterince güçleninceye, yeterince örgütleninceye dek örgütün geçtiği süreçlerde örgütle ilgili eleştiriler hep içeride, örgütün çekirdek grubuna nakledilerek ve dışarıya sızmadan yapılmaktadır, örgütten de böyle bir beklenti vardır. Örgüttekiler için bu yaklaşım eleştiriye kapalı olmak demek değildir. Tam tersine onlar kendi kendilerini kıyasıya eleştirirler, konuşurlar. Ne de olsa diyalektik onların ideolojik formatının en temel metodolojisidir. Kendini kendi kendinle kıyasıya eleştirmek elbette gereklidir ama aynı zamanda toplum içerisindeki diğer olgulardan, oluşumlardan ve nüvelerden kopuk bir eleştiri olduğu için de kısır, kendi dilinden başka bir dille yüzleşmediği için de nispeten kolay, başka algılarla karşılıklı çekişmediği için az da olsa inkarcıdır. Kendini sadece ve sadece kendiyle besleyen bir dialektik kurma biçimidir, eğer buna diyalektik denilebilirse elbette.

Bu süreç yalnızca kendi kendiyle konuşmakla kalmamakta, bireylerin de varolan örgüt kimliğiyle tam bir bütünleşme yaşamalarına sebep olmaktadır. Maalesef örgütle bu bütünleşme hali sorunlu algılanmak yerine koltuk kabartan bir özellik olarak karşımıza çıkmaktadır.

Örgütlü yapılara inan, toplumdan bireyi anlamaya bilimsel arka plan sayesinde de yatkın olan biri olarak, bu yazıda örgütlü yapıyla birey olamadan bütünleşmenin sorunlarını ele alcağım. Bir başka değişle, örgütü oluşturan bireylerin birey olma noktasını tamamlayamamasının örgütlü yapıları aslında ayağından vuran bir olgu olduğuna vurgu yapacağım.

Bireyin kendini gerçekleştirmesi, "ben"i oluşturabilmes için pek çok değişik kimliğine sarılabilmesi, kendini oluşturan pek çok kimliği özgürce, kendi tanımladığı şekilde yaşayabilmesi gerekmektedir. Bu kimliklerden bazıları bireyin gruplar/topluluklar içerisinde elde ettikleri kimliklerdir. Bu topluluklar kültürel, etnik gruplardan gelebilir. Bu kimlik oluşumunda bireyin kendini anlaması ve anlamlandırması milliyetçilik, solculuk gibi ideolojik eksende olabileceği gibi bireyin kendine has özellikeri ile de ilintili olabilir. Kimimiz için cinsiyet kimliğimizin, bedensel veya zihinsel engelliliğin önem atfetmesi ve burdan hareket eden gruplarda ifadesini bulmak önemli olabilir. Yalnızca kimlikler değil, aynı zamanda o kimliği oluşturan küçük ayrıntılar da bizi biz yapan, kimliğimizi oluşuturan önemli noktalardır. İlgi alanlarımız, yeteneklerimiz, hissedişlerimiz, tanıştığımız insanlar kimliğimizin şekillenmesinde engin bir girdi sağlamaktadır. Bu zenginliğe özellikle önem atfetmek gerekmektedir çünkü tam da bu farklı etkileşimler ve verilerden dolayı hepimizin nevi şahsına munhasır bir durumu vardır. Bu kendi kendine has olmak durumu kucaklanması ve teşvik edilmesi gereken bir durumdur. Hangi gruba üye olursak olalım o grubun mensuplarıyla tıpatıp aynı düşünmemiz, hep aynı şeylere inanmamız, hep aynı şeyleri hissetmemiz olanaklı olmamalıdır. Bu olanaksızlık gerçekten kendi birey olam durumumuzu geliştirebildiysek oluşabilecek bir durumdur. Belli bir grubun mensupları hep aynı yerlerde geziyorsa, hep aynı yayınları okuyorsa, hep aynı kitapları tartışıyorsa, hep birlikte aynı aktiviteleri yapıyorsa, orada bireysel ayrılma noktası nerede başlamaktadır? Bir ideal için birlikte çalışmak ve örgütlenmek eğer hobilerimize, bir filme yorumlarımıza, başka diğerleri için çok benzeşen kanaatlere dek aynılaşıyorsa, bireyin kendine aitliğinin başladığı yer neresidir? Sosyalleşme bizi benzeştirebilir ama aynılaştırmamalıdır. Aynılaşmak liderin küçük minyatürlerine dönme derin tehlikesini yaratmaktadır. Hiyerarşik olmadığını ne kadar söylesek de örgütlü yapılarımız içerisinde ortaya bir lider/liderlik hep çıkmaktadır. Bu lider/liderlik hep kendi adına vardır, onun/onların bireyliğini görebiliriz. Lider kendini gerçekleştirir. Ama diğerlerinin pek adını bilmeyiz, onları daha çok örgüt adıyla anmaya başlarız. Lideri bildiğimiz, gerisini de bilmediğimiz anda artık karşımızdaki örgütlü yapı, kendini gerçekleştirebilmiş insanlardan oluşan ve kendi dışındaki nüvelerden de zenginleşen insanlar yerine bir kült örgütlenmesine dönerler. Kült örgütlenmelerinde lider izlenir, sorgulamaz, sesler çıksa da hep sonunda kesişen bir yolda buluşulmak için varolan bir gizli anlaşmayla hareket edilir, o kesişme noktası da hep kült liderinin son noktasıdır.

Bir olay patlak verdiğinde, kimse liderden/liderlikten yeşil ışık yanmadan fikir beyan etmemektedir. İlk anda farklı bir kanaat geliştirdiyse bile onu göz önünde bulundurmaya ve analiz etmeye devam etmek yerine liderin etkinliği altında kendini gerçekleştiremeyen birey "ben bu açısını fark etmemiştim, çok doğru" diyerek alternatif algısını bir saniyede kapatabilmekte, kısa sürede ilk perspektifini hiç olmamış varsayabilmektedir.  Öte yandan lider pek nadir duyduğu farklı perspektifle rota değiştirmektedir. İşte bu kendini gerçekleştirememe ve kült liderini takip etme hali de başka herşeyi sorgulama ama içinde olduğu yapıyı sorgulamamayı getirmektedir.

Ancak bundan öteye problemler de vardır. Kendini gerçekleştirememiş birey, örgütlü yapı harekete geçmezse bireylerin yetilerini (agency) kullanarak örgütlü yapılar ve kurumlar üzerinde baskı unsuru olabileceğini ve değişim kıvılcımlarını ateşleyebileceğini görememektedir. Birey olma duygusunun güçlendirildiği ülkelerde kanunların, düzenlemelerin ve uygulamaların önemli bir kısmının bireylerin ele aldıkları inisiyatiflerle başladığını ve oradan, dayanışmayla kolektif hareketlenmeye dönüştüğünü görmek istemiyoruz. Tam tersine buralarda yetili birey olmak örgütlü yapılara karşı en büyük darbe olarak algılanıyor. Biz kendi örgütlerimizin bizi hep "ileride bir gün güçlenince yapacaklarımız" konusunda ikna edişini tecrübe ediyoruz. Ancak o gün bir türlü gelmezken, örgütlerden doğru bir adıma destek vermek ya da o adımı atmak için olur kararı çıkmadığında da pasif ve etkisiz bir şekilde köşemizde bekleyebilmekte, bunun adını da "örgütlü yapılar olmazsa bireysel çabalar köklü sonuç üretmez" koyabilmekteyiz. Örgütlerin kendi kendini besleyen mekanizmalara dönüşebildiği gerçeği ile yüzleşmedikçe de bu örgütlü yapıları dinamizme teşvik eden bireyliği gerçekleşmiş yetili insanlar olmak yerine herşeyi kökten değiştirecek bir sonu gelmez bekleyişle tatmin olabilmekteyiz. Bu ülkede özlenen ve beklenen o köklü değişimin adı değişik şekillerde ortaya çıkmaktadır: işgalin sonu, federal çözüm, Kıbrıs Cumhuriyetine geri dönüş, AB'ye girmek, Türkiye'ye resmen entegre olmak, gerçek meselelere kendimizi kapatarak toparlanmak. Bunların gerçekleşmesi noktasında ise hiçbirinde temel aktör aslında bu toplum ve bu tolumun bireyleri değildir. İşgalin sonu için açtığımız isyan bayraklarındaki haykırışlarımız haklı da olsa bu sonu Türkiye'den talep etmekteyiz. İstiyoruz. İstememiz de yetmelidir. İşgale son ver dediğimizde oradaki özne yine Türkiye'dir. Bizi AB'ye alsınlar dediğimizde özne gene alacak olanlar, kararı verecek olanlardır. Rumların federal çözüme hazır olmasını beklerken de özne olan Rumlardır sadece.

Memleketin ambulansının kapısı açılıp sedye içinden düştüğünde bu bir işgal sorunudur, bunu Türkiye yaptı diyenleri duymanız o sebeple çok da garip değildir. Ambulanslarımızın kapısının yolda giderken açılmamasını sağlamak bu çarpıklıklar içerisinde bizim için hiç önemli değildir. Bireyler ya da küçük örgütlenmeler sistemle kavga ettiklerinde bu öğretimizin dışında olduğu için onu illa ki kişisel sorun görmek zorundayız. Önemli bir sistem sorununa parmak bastığınızda bu inanılan örgütlü yapıların dışında yapılabildiyse ve dahası inanılan örgütlü yapılar buna sessiz kaldıysa siz çok da çok "buz dağının görünen kısmında" kendinizi kandırıyor muamelesi görürsünüz ama o örgütlerin neden ses çıkarmadıklarını sorgulamak için o beyinler hiç çaba sarfetmezler. Çaba, size onların inandıkları örgütte olmadığınız için önemsiz olduğunuzu hissettirmekten ibaret kalır. Size önemsiz olduğunuzu hissettirme çabasının etkin olacağına inananlar yine birey olamamış ve örgütlü yapıların içindeki hantallaşmayı ve çıkar zümrelerini göremeyen, örgütlerinden değer gelmezse kendi değerini bilmeyenlerdir. Bireyler olabildiğimiz gün, bir toplum da olabilecegiz. Bunu küçük bir örnekle tamamlayabiliriz. Altı yaşında bir çocuk arastada yürürken başka diğerlerinin attığı şişe ve kağıtları yerden toplarken, başkalarının çöpünü toplamak zorunda kalmanın ne kadar utanç verici olduğundan bahseder ve yoluna çıkan çöpleri yakınındaki çöp kutusuna atar. Bu altı yaşındaki çocuğun yaptığını yapmadan o anda ve o andan sonar aylarca bu ‘sistemsiz ülkede insanların çöp atma kültürünü nasıl geliştireceğini, ne tip bir örgütlü oluşumla, kimler attığında gürültü koparmak gerektiğini’ konuşan insanların karşısında bu altı yaşında inisiyatif alan, yeti gösterebilen çocuk, içinde yaşamak istediği sistemi yaratacak şekilde hareket etmekle aslında o sistemi kurguladığını pek çok yetişkinden daha iyi bilir. Birey olmak sizi hür yapar, hür olmak size kendinizi gerçekleştirme fırsatı sunar, kendinizi gerçekleştirmeniz, arzu ettiğiniz sistemleri yalnızca dilemeyi değil gerçekleştirmek için değişimin aktörü olmayı telkin eder ve size başarının rotasını çizer. Hepimiz herşeyden önce hür çocuklar olma adımını atabiliriz.

Thursday, June 14, 2012

KIBRIS'TA ETİK ÜZERİNE 
                                                                                               Umut Ozkaleli uozkalel@gmail.com
Çocuk hakları, kadın hakları, tutuklu hakları gibi spesifik noktalardan bakmamız ve farklı grupların hakları üzerinden politika yapmamız yeterli olmuyor. Her konuda karşımıza çıkan bir yeni sorun, ele alma noktamızı değiştirmemiz gerektiğine işaret ediyor. Ortaya çıkan en büyük sorun toplumsal yapımızın içinde bireylerin kendilerini ve toplumsal örgüyü etik prensipler çerçevesinden değerlendirmemesidir.

Felsefe tartışmayan ve etik olmak konusunu irdelemeyen bir toplumun genel yapısının içinde, politikacıdan entellektüele, marksisten ülkücüye herkes kendi duruşu ve ideolojisi ekseninde etik olarak sorgulanacak yaklaşımlar izleyebilmektedir. Burada etikten kastımın bir grup ya da örgütlenme tarafından belirlenmiş sıkı ahlakçı ve tek doğrucu zihniyetleri ifade etmediğimi belirtmem gerekiyor. Tam da tersi bir noktadan bizde varolan örgütlü yapıların sıkı bir ahlakçılık noktasından hareket etmesini eleştirmekteyim. Bu ahlakçılık yozlaşmayı, çarpıklaşmayı ve atanmış ya da süreç içerisinde ortaya çıkan liderleri içine almayan, bu tanımlanmış liderleri kasamayan ve onları bu sıkı ahlak noktasında sorgulatmayacak  kadar ulvileştiren bir yapı yaratmaktadır. Gerek örgütlü yapıların içinde, gerek bireysel düzeyde alanın ‘bilirkişisi’ olma noktasında, bireylerin kendilerini de içine alan bir yaklaşımla etik olmak konusunda hareket etmemesi sorunlarımızın en temel başlangıç noktasıdır. Kendini ‘bilirkişi’ ilan eden, her türlü prensibi çiğnemesinin hak olduğunu düşünmeye başlıyor.

Muhalif partilerimizin yöneticileri kendileri muhalefetteyken yolsuzlukları, bireysel çıkar ve kazanımların politikayı yönlendirdiğini konuşurken, kendileri iktidar olduklarında aynı noktadan hareket etmeleri bu etik eksikliğin örneğidir. Sendikal hareketlerin bir kısmının demokratik ifade özgürlüğünün olmadığından, devlet baskısından yakınırken, kendilerine yapılan eleştirileri duyarkenden kendi alanlarında konuşulma özgürlüğünü engellemeye çalışmaları, algılarını kapamaları ve eleştirileri bastırmaları da buna örnektir. Siyasi partilerin içindeki insanların yönetimlerindeki yanlışlıkları görmesine rağmen ‘kol kırılır yen içinde kalır’ yaklaşımlarıyla yolsuzluklara cesurca bir politik duruş sergilenmemesine sessiz kalmaları da buna örnektir. Savcılık ve avukatlık yapmış, demokratik hukuk devleti ilkesinden yaşamını kazanmış bireylerin topluma ‘biz çocuk katillerini savunmayız’ diye hukukun en temel ilkelerini bile çiğnemeyi telkin etmesi de etik bir boşluğun örneğidir. Tutuklu hakları üzerinde konuşan, insan hakları savunucusu bir sürü hukukçunun arasından bir tanesinin bile topluma ‘demokratik bir hukuk devletinde çocuk katillerinin bile savunulmaya hakkı vardır’ demesi ama fiiliyatta bu adımı atacak bir konuma kendini koymamasında da bu etik boşluk kendini ortaya çıkarmaktadır.
Toplumun öncü gücü olarak kendini kendi tanımıyla entellektüel ve aydın görenlerin intihal (başkasının fikrini çalarak kendine ait gibi kullanmak) yapması ya da yapanlarla derdi olmaması da bu etik sorunun bir parçasıdır. Kendine çocuk hakkı savunucusu deyip çocukların kendi görünürlüğüne hizmet etmesi ihtirasıyla gazetelere götürenlerin, resimlerini çekip deşifre edenlerin de aynı etik sorunu vardır. Olmadıkları uzmanlıklara sahip olduklarını söyleyen, sahip olmadıkları diplomaları varmış gibi gösteren ve onların bu durumunu kendi çıkarı için kullanmak üzere bu sahtekarlara yol açanlarda da vardır aynı etik sorun. Kendini tanımadan hakkında hüküm verenlere isyan ederken, başkasının doldurması ve gaz vermesiyle başka diğerleri hakkında hükme varıp, yazmak, konuşmak, harekete geçmekte sorun görmeyenlerde de aynı etik sorun vardır.
‘Hiyerarşi yoktur’ dense de sadece birkaç kişinin adının öne çıktığı, bu öne çıkan insanlar kendini gerçekleştirirken, diğerlerinin bireysel kimliklerinin ve kendini gerçekleştirmelerinin önünde durmalarında da aynı etik sorunu vardır. Sıkı ahlakçı örgütlenmelerin içinde bir davranışı kamusal alanda utanç mekanizması kullanılarak yanlışlayan, ardından hiyerarşik ve lidersiz olduğu söylenen bu yapılarda lider aynı hareketi yaptığında aynı standartlarla utandırılmadığında da aynı etik sorun vardır, grup üyeleri aynı standardı beklemediklerinde de aynı etik sorun devam etmektedir.
Çocuğuna içki içren babayı suçlu ve sorumlu göreceğimiz bir hukusal zemin yarattıktan sonra, olayın devlet mekanizaması içinde örtbas edilmesi de aynı etik sorun temelinden karşımıza çıkmaktadır. Düşünürüm, irdelerim, sorgularım deyenlerin ‘liderini takip et’ hali de aynı etik eksende sorunludur. Sağcıların sorgulamadan lideri takip ettiğini söylemek, ardından da örgütlü yapının gücünü zedelememek adına demokratik eleştiri mekanizmalarını kısıtlayan solcularda da aynı etik sorun vardır. Başka birisinin çocuğu bizim çocuğumuza zarar verse, ailesi tarafından cezalandırılması gerektiğini düşünürken, kendi çocuğumuzun yaptığı hatanın sonuçları ile yaşaması ve elinden ayrıcalıklarının alınması noktasında hareket etmediğimizde de bu etik sorun içindeyiz.
Kendi iş yerlerimizde patorna yaranmak için başkalarının hakkını savunmayıp sessiz kaldığımızda, ya da sistemin içinde bu insanların hakları verilmeden devam etmesine aracı olduğumuzda da bu etik sorundan muzdaribiz. Devletteki çalışanların haklarını savunurken, ‘içinde yaşadığımız koşullara göre eylemlilik belirlemek zorundayız, bu koşullarda da özel sektör zaten hakları tanımlanmamış bir gruptur’ dediğimizde de aynı etik sorundan hareket etmekteyiz. Özel sektör çalışırken 1 Mayıs kutlamak ve kendimizi çok sistem dışı görüp iyi hissetmek, ırkçılık yaptığımız işçilerin kaldırımlardan bizi seyrettiği bir ortamda sisteme karşı olduğumuzu düşünmek de bu etik sorunun bir parçasıdır. 1 Mayısı da sadece kendi haklarımızı bağırmak için kullanılacak bir araç gördüğümüzü söylemek yerine ‘dayanıştığımızı’ düşünmek de etik bir boşluğun üzerinde yükselmektedir.
Eşcinsel, zengin ve politik olarak güçlü birinin haklarını savunmak için başkasının hakkını görmezden gelebilirim demek de aynı etik dışı yaklaşımda temellenmektedir. ‘Suçsuzluğu kanıtlanıncaya dek herkes masumdur’ yaklaşımını zengin güçlü insanları savunurken söylemek ama alt sınıftan ve ötekileştirdiğimiz gruptan gelen için mahkeme önünde bu talebi yapmak için dizilmediğimizde ya da televizyon ekranlarından bunun propagandasını yapmadan sessiz durduğumuzda da aynı etik boşluktan muzdaribiz. ‘Beni ötekileştirdiler, haklarımı elimden aldılar o yüzden benim de ötekileştirmek hakkım vardır’ demek de aynı etik sormsuzluğun temelinde hayat bulmaktadır. ‘Polis bu ülkede cop kullanırsa kendisine de halkın taş atabileceğini görecek’ deme pişkinliği ya da ‘memleket haklar sağlanıncaya dek gerekirse yansın’ derken kendi çocuğunu güvenli evinde büyütmek de aynı etik sorundan hareketle fütursuzca ortaya atılabilmektedir.
Başkalarının sırtına basarak özel mülk sahibi olanların özel mülkle sorunları olduğunu söylemeleri, ya da biz sömürü sistemlerinden beslenmiyoruz demeleri de aynı etik problemlerle yüzleşmektedir. Kendi pahalı evlerde oturup pahalı arabalarda gezerken çalışanlarını ödemeyen ya da çalışanlarının sigortasını çalanlarda da aynı etik sorun vardır. Kıbrıslıların hakları yeniyor diye naralar atanların evlerinde altı yüz liraya insan çalıştırmaları da aynı etik sorunun parçasıdır. İnsanların daha iyiye gitmesi ve iyi yaşaması ilkelerinden hareket etmesi gereken, insana dönük mesleklerdekilerin, kendi istedikleri şekilde davranmayanlara tecavüz edilmesi fantazisiyle yaşaması da aynı etik sorunun parçasıdır. Kendi bir kurumsal yapının başına geçme hayalindeyken, bir başkasına bunun verilmesinden sonra o kurumun potansiyel yararını külliyen inkar etmek de o etik sorunun bir parçasıdır. İşini, çıkarını kollamasına yardım edeceği noktasında medet umarken sağa göz kırpan, beklentisi olmadığında da saldırganlaşan ve solculuk kulvarından koşarmış gibi yapanların da aynı etik sorunu vardır.

Kuzeyde kurduğumuz sistem ‘üzerinde hemfikir olduğumuz prensipler dışında hareket eden herkesin sorumlu olduğu’ bir yaklaşım yerine ‘keyfi şekilde bu prensipleri karşıt gördüklerimize karşı kullanma’ noktasından çıkış alan bir sistemdir. ‘Benim dışımdaki herkes’ için uygulanmasını istediğimiz bir sistem yaratmış olmanın acısını da her alanda her gün yaşamaktayız. Bu ülkede herkes birilerinin tanıdığı, herkes birilerinin akrabası, herkes birilerinin arkadaşıdır. O yüzden de herkes birbirini haksız yere savunmakta, kollamakta ve korumaktadır. Yetki verdiğimiz bireylerin bu yetki ekseninde sorumlu da tutulmasını talep etmek mümkündür.  Biraz analitik düşünme, biraz cesaret biraz da kısa dönem çıkarcılık ekseninde düşünülmeden hareket etmekle başlamamız gerekmektedir. Eşitliği yalnız kazanılan paraya ve ekonomik gelire indirgemediğimizde, çok yönlü kimliklerden yaşanan mağduriyetleri irdelediğimizde, kurallarımızın eşit şekilde herkese uygulanması gerektiğini fark ettiğimizde, hiçbir bireyi yüceltmediğimizde ve en sevdiğimiz, en saydığımız insanları ve liderleri de sorguladığımızda, grup tarafından verilen kalıplaşmış argümanları bizim bireysel arümanlarımız diye sunmaktan vazgeçip kendi kelimelerimizle eleştirel olmayı seçtiğimizde mevcut sistemdeki pek çok sorunumuz da çözümlenecektir.