Wednesday, June 12, 2013

Oy Mu Vermeli, Denize Mi Gitmeli?


Toparlanıyoruz hareketi geçenlerde yayınladığı “Seçmene Yol Haritası”nda “Ülkeye yararlı aday varsa mühür vurmayın, karma oy verin! Ülkeye yararlı hiç aday yoksa sandığa gitmeyin, denize gidin!” mesajını verdi. Hem karma oy çağrısı hem de ‘oyunuzu hak eden aday yoksa, oy vermeyin, denize gidin’ önerisi partili çevrelerden büyük tepki aldı. Bu sistemin kökleşmesinde her biri ayrı ayrı rol oynamış olan partiler, halkın partiler üstü bir irade ortaya koymasını, ‘tik’lerin parti hiyerarşilerinin belirlediği aday listelerine meydan okumasını bir tehlike olarak görüyorlar. “Karma kullanırsanız oyunuzun değeri düşer,” “oy kullanmak vatandaşlık görevidir,” “karma oy patronaj sistemini güçlendirir” gibi söylemlerle de aslında halka verilen satırarası mesaj “sizin aklınız kesmez, bize bir mühür vurun yeter, bir sonraki seçime kadar da bişey sormayın”dır. Bugüne kadar hangi parti iktidara geldiğinde programına sadık kalmıştır ki “bireylere değil, parti programlarına oy verin” diyebiliyorlar? Geçtiğimiz yıldan itibaren bazı partilerin yaptıkları anayasa reformu çalışmalarının da (bkz. Anayasa İnsiyatifi) daha demokratik bir sistem için (!)  karma oy kullanma hakkının kaldırılmasını önerildiğini de hatırlatalım. Bundan sonra sandığa gitmeme hakkının da kaldırılmasına yönelik girişimler yapılırsa şaşırmayalım, hazırlıklı olalım. Peki ne yapmalı? Biraz bilimsel ve matematiksel bakmaya çalışalım.
Anthony Downs’un 1957’de yayınlanan “Demokrasinin Ekonomik Teorisi” kitabında ortaya koyduğu bazı önemli bulgulardan beri (“oy verme paradoksu”), siyaset bilimciler oy kullanmanın hangi durumlarda rasyonel olduğunu araştırmaya ve tartışmaya devam ediyorlor. Çok doğal ve rasyonel olarak, bireyler “oy vermem bana/topluma ne kazandıracak?” sorusunu sorarak karar veriyorlar oy kullanıp kullanmamaya. Riker ve Ordeshook’un 1968’te ortaya koyduğu bir denklem üzerinden incelemeye çalışalım. Oy vermenin bize/topluma getireceğini umduğumuz faydaya F diyelim:
F = p * K + B – M
K, bizim oy verdiğimiz adayların/partinin kazanması durumunda ortaya çıkacağını düşündüğümüz sonuca bizim biçtiğimiz değeri simgeliyor. B, bize sadece oy kullanmış olmaktan (adayın/partinin kaybedip kazanması fark etmez) gelecek faydayı temsil ediyor; bu oy hakkını kullanmanın bize vereceği psikolojik rahatlığa verdiğimiz veya sandıkta kimin oy vermeye geldiğini takip edenler varsa onlardan gelecek olumlu yaptırımlara biçtiğimiz değer olabilir. M, oy kullanmanın sebep olduğu maliyeti temsil eder; bilinçli bir seçmen olabilmek için harcadığımız zaman (adayları/partileri tanımak için), seçmen olarak kaydolmak için veya oy vermek için harcadığımız kaynaklar (para, zaman, vb.) ve adayları tanımak/kaydolmak/oy vermek için harcadığımız zamanda aslında yapabileceğimiz alternatif şeylere (çocuğumuzla vakit geçirme, denize gitme, çalışıp para kazanma, vb.) atfettiğimiz değerdir. p ise, bizim vereceğimiz oyun o aday(lar)ın/partinin seçilmesinde kritik bir rol oynaması olasılığıdır, yani o aday(lar)ın veya partinin seçilip seçilmemesinin 1 oya mal olması ve bunun da bizim oyumuz olacağı olasılığıdır.
p’yi, yani bizim 1 oyumuzun belirleyici olabileceği olasılığını, 10 milyonda 1 gibi gibi hesaplamış Amerikan akademisyenler. Bu tabii ki bizim gibi küçük toplumlarda biraz daha büyük bir oran olacaktır, ama yine de oy vermeye giderken bize bir yıldırımın veya arabanın çarpmasıyla yakın bir olasılık olduğunu söyleyebiliriz. Z’nin, yani oy vermenin bize yarattığı maliyetin, yine birçok diğer ülkeyle karşılaştırıldığında bizim için daha düşük olduğu kesin. Genelde oy vermek için gittiğimiz mekanlar evlerimize çok uzak değildir, çok uzun saatler sandıkta sıra beklememiz gerekmez, vb. Oysa Amerika gibi seçimlerin haftaiçi  yapıldığı ve çok kalabalık sandıklarda saatlerce sıra beklenmesi gereken bir yerde özellikle emekçi olan insanların oy kullanma maliyeti oldukça yüksek olur; seçmen olarak kaydolmanın zaman ve para (örn. taşıma, işten feragat edilecek zaman gibi)  gerektirdiği yerlerde de bu maliyet yükselir.
KKTC özelinde genel olarak denklemimize bakacak olursak, p’nin çok düşük olduğunu (yani aslında birey olarak seçimleri etkileme olasılığımız pek yüksek değil) ama diğer yandan oy kullanma maliyetinin (M) de çok yüksek olmadığını söyleyebiliriz (özellikle şimdi sosyal medya ve bu konuda emek veren sivil toplum aktivistlerinin de katkılarıyla adaylar ve partiler hakkında güvenilir bilgi edinmenin yüksek maliyetli olmadığını varsayarsak). Geriye kalıyor sırf oy kullanmış olmaktan dolayı hissedeceğimiz/elde edeceğimiz bireysel fayda (B) ve bizim desteklediğimiz aday(lar)ın/partinin kazanmasının yaratacağını umduğumuz fayda/değer (K). Sırf oy hakkını kullanmış olmaya herkesin ne kadar bir psikolojik/duygusal değer biçeceği tabi ki bireysel bir soru. Siyasi partiler bunu bir vatandaşlık görevi olarak yansıtarak bireyleri sandığa gitmeye teşvik etmeye çalışıyorlar. Ancak bu bir görev değildir, haktır. Eğer adaylar veya partiler size iktidara veya meclise geldiklerinde ne yapacaklarıyla ilgili bir güven verememişse, oy kullannmak kadar sandığa gitmemek veya gidip de oyunuzu yakmak da bir hak ve irade göstergesidir.
Gelelim K’ye, bizim oy verdiğimiz aday(lar)ın/partinin kazanması durumunda yaratmasını beklediğimiz değişime biçtiğimiz değer. Eğer sadece Kıbrıs Sorunu üzerinden oy veriyorsak, bu değeri rasyonel seçmenler olarak çok düşük tutmamız lazım. Çünkü bizim arzuladığınız çözümü destekleyecek aday(lar)/parti seçilse bile, bu aday(lar)ın/partinin o çözümü tek başına gerçekleştirmesi mümkün değildir. Kıbrıs’ın güneyinde yaşayan toplum ne diyecek? Uluslararası aktörler ne diyecek? Türkiye hükümeti ne hükmedecek? Kısacası, bireyler sırf Kıbrıs sorunu üzerinde oy veriyorlarsa (ki özellikle “sol” partiler hep bunun üzerine oynadılar yıllardır), düşünebilen seçmenin verdiği oydan beklediği kazancın (K’nin) çok yüksek olmaması lazım; zira umdukları kazanç sadece oy verdikleri aday(lar)a/partiye değil, kendi etkileri ve kontrolleri dışında olan başka atkrölere bağlı olacaktır. Nitekim 2004 ve sonrasında bunu yaşadık. Bir diğer deyişle, siyasi partiler seçmenleri sandığa gitmeye teşvik etmek istiyorsa, bunun yolu “görevinizdir, gitmelisiniz!” demek değil, yerine getirebilecekleri sözler vermek ve verdikleri sözlerin güvenilebilir olduğunu halka ispatlamaktır. Tabii ki Kıbrıs sorunu gibi kendi etki alanlarının dışında tutamayacakları sözler vermenin alternatifi “ben sana iş/makam/mal/para vesaire vereceğim” gibi bireysel haksız kazanç sözleri vermek de olmamalı. Bunun önüne geçmenin de tek yolu iktidara kim gelirse gelsin yolsuzlukla haksız kazanç dağıtmalarına engel olacak yasal altyapı, denetleme ve cezalandırma mekanizmalarının oluşturulmasıdır.
Eğer seçmen olarak bu seçimlerden arzu ettiğimiz sistemsel bir değişimse, yani “ben yaptım olur” zihniyetinin işlemediği, yolsuzluğun tespit edilip cezalandırıldığı, siyasetçilerin halka zarar veren bireysel menfaatler üzerinden siyaset yapamadığı, kimsenin siyasi kimliği/dini/dili/kökeni/cinsiyeti/cinsel yönelimi/sosyo-ekonimik durumu ve engelliliği gibi farklılıklardan dolayı ayrımcılık yaşamasına izin vermeyen bir sistemse, bunu gerçekleştirme irade ve dirayeti olan aday(lar)a/partiye oy vermeliyiz. Bugüne kadar meclise girip çıkan siyasi partilerin hiçbirinin böyle bir irade ve dirayet göstermediğini söyleyebiliriz (ne muhalefette ne iktidardayken). Bu yüzden, böyle bir sistemsel değişim umuduyla oy kullanacak olanlar için en azından parti mühürü vurmanın rasyonel olmadığı kanaatindeyim. Kendi partisine rağmen böyle bir sistemin mücadelesini vereceğine dair güveninizi kazanmış adaylar varsa, o zaman sandığa gidip karma oy kullanmak rasyonel olabilir.
“Karma oy kullanırsanız, oyunuzun değeri düşer” söyleminin de tamamen yanlış ve halkı yanıltmaya, partilerin ve parti hiyerarşilerinin siyaset ve politika üzerinde kurmuş oldukları hegemonyayı korumaya yönelik olduğunu hatırlatalım. Diyelim ki 10 milletvekili çıkaracak bir bölgede oy kullanıyorsunuz. Herkes elinde 10 kartla sandığa girer gibi bir benzetme yapabiliriz. Mühür vurarak bu 10 kartın tümünü tek bir siyasi partiye yatırabilirsiniz. Karma oy kullandığınızda kartlarınız azalmaz; yine 10 kartınız vardır, güvendiğiniz adaylara “tik” atarak bu 10 kartı partiler ve bağımsızlar arasında dilediğiniz gibi bölebilirsiniz. Seçim sizin… Halkın önemli bir kesimi karma oy hakkını kullanacağı mesajını verebilirse, siyasi partilerin de aday listelerine güvenilir, yetkin kişileri yerleştirmekten başka çaresi kalmayacaktır bu oylardan faydalanabilmek için.

Ömür Yılmaz
12 Haziran 2013

Friday, June 7, 2013

Bu Halk Aptal Değil


Artık alışageldiğimiz siyasi kriz süreçlerinin bir tanesini daha geride bırakıp (?) yeni bir erken seçim sürecine girerken, Kıbrıs Türk toplumunu aşağılamaya yönelik “her halk hak ettiği gibi yönetilir” ve “başkası yapsın, ben hazıra gonayım toplumu” eleştirileri yine rağbette. Beni tanıyanlar, yazdıklarımı, söylediklerimi biraz olsun takip edenler bilirler, Kıbrıs Türk toplumunun (toplum vs. topluluk tartışmasına hiç girmiyorum) sözcülüğünü veya savunuculuğunu yapmak gibi hiçbir niyetim veya misyonum yok. Ancak bir siyaset bilimci gözüyle, öz-eleştiri seviyesini aşıp toplumun öğrenilmiş çaresizliğini pekiştiren öz-nefret boyutuna varan (ki bunlar uzun yıllardır içinde yaşanan militarizm, şiddet ve sömürge sisteminin doğal bir sonucudur) yaklaşımların karşısında birkaç laf etmeden duramadım.
Sosyal ikilem—bireysel düzeyde rasyonel olan davranışların kolektif olarak zararlı sonuçlar doğurabilmesi—ve bu ikilemi çözme yolları toplumsal hayatın her alanını etkileyen, ekonomi ve siyaset bilimini en azından son yüzyıldır oldukça meşgul eden bir mesele. Basit bir dille, bireysel ve kolektif çıkarlar arasındaki çatışma var bu sorunun kökünde; bireylerin farklı şekilde davranmaları durumunda hem toplam çıkar hem her aktörün bireysel çıkarı daha yüksek olabilecekken, var olan şartlarda rasyonel davranışın buna izin vermemesi.  (Daha teknik bir terminolojiyle, aktörlerin rasyonel hareketlerinden ortaya çıkan Nash dengesinin Pareto optimal olmaması durumu.) Bunun en yaygın kullanılan örneklerinden birisi Mahkumun İkilemi durumudur: İki çete üyesi tutuklanırlar ve ayrı sorgu odalarına alınırlar. Polisin asıl suçtan bu şahısları mahkum ettirmek için elinde yeterince delil yoktur. Birbirlerini ele vermezlerse ikisini de daha hafif bir suçtan yargılatabilecekler. İki mahkuma da ayrı ayrı “diğerini ele ver, sen serbest kal, yoksa 1 yıl yiyeceksin” diyorlar. Sadece bir mahkum ele verirse, o serbest kalacak, diğer mahkum büyük cezayı yiyecek. Mahkumların birbirleriyle iletişimi olmadığından, olsa bile neticede “benim alakam yok, o yaptı” diye ifade vermeyeceklerinin garantisi olmadığından (“güvenilir taahhüt” problemi), ikisi için de rasyonel davranış diğerini ele vermektir. Neticede hiçbiri diğerini ele vermese, hem iki mahkum ayrı ayrı hem de toplamda daha az ceza alacak olsalar bile, bireysel rasyonel davranış bu ortak çıkarın önüne geçmektedir. Böyle bir durumda “ama ortak çıkarı düşünsünler” diye salık vermek abesle iştigal etmekten başka birşey değildir çünkü karşı tarafın ele vermesi durumunda bir mahkumun sessiz kalması onun en büyük cezaya maruz kalmasına sebep olacaktır. Çözüm yok mudur? Vardır. “Oyun”un kurallarını değişip, dayanışmayı bireyler için rasyonel hale getirebilirsiniz. Bu senaryo bize uzak gibi gelse de aslında günlük ve toplumsal hayatımızda yaşadığımız birçok durumu temsil eden bir modeldir.
Kıbrıs Türk toplumunun çok eleştiriye maruz kaldığı bir konuda daha somut bir sosyal ikilem örneği verelim. Direnişçi İkilemi (Rebel’s Dilemma): Bir isyanın/direnişin başarılı olması genelde direnişçilerin sayısıyla doğru orantılı olsa da, direnişin parçası olmak bireysel düzeyde rasyonel değildir. Neden? Olası maliyeti, riskleri yüksektir. Direnişin konusuna ve yöntemine göre işsiz kalabilirsiniz, sürülebilirsiniz, tartaklanabilirsiniz, tutuklanabilirsiniz... Aynı sorundan müzdarip insanlar sessiz kalmayı, hatta sizi eleştirmeyi, suçlamayı seçerse büyük bir bedel ödeyeceğiniz kesin. Maliyetten daha da önemlisi, direniş başarılı olduğunda elde edilecek yararın kamu malı olması, yani direnişe katılanın da katılmayanın da aynı şekilde faydalanacak olmasıdır. Sokak aydınlatması, yollar, devlet sağlık ve eğitim sistemi gibi düşünün. Vergisini veren de vergi kaçıran da aynı şekilde faydalanabiliyor bu hizmetlerden; devlet mekanizmaları takip ve cezai uygulamalar getirerek geçebilir ancak bu rasyonel “beleşçilik” davranışının önüne. Demokrasi mücadelesi veren de vermeyen de, yolsuzlukla, haksızlıkla mücadele eden de etmeyen de aynı şekilde faydalanabilecektir mücadelenin sonuçlarından. 
Umut Özkaleli ile verdiğimiz temiz akademi mücadelesi, gelen (veya gelmeyen) tepkiler, ödediğimiz bedel ortada, o yüzden bu örneği daha fazla detaylandırmaya gerek görmüyorum (bilmeyenler google’dan araştırabilirler). Aylarca bok ve çöp içinde yüzen Lefkoşa’yı düşünün. Sağlık ve yaşam hakkını bu kadar yakından ihlal eden bir durumda bile kaç kişi düştü sokaklara? Hem sağlıklı yaşam haklarını hem belediye emekçilerinin haklarını savunmak için sokağa çıkan bir avuç insana polis müdahale ederken Lefkoşa halkı ne yaptı? Bazıları “bize rahatsızlık veriyorsunuz” diyerek arabalarından inip direnişçilere saldırdı. Aylardır sosyal haklarını, hatta maaşlarını alamayan belediye emekçilerini temsil eden sendika ne yaptı? “Uzatmaya gerek yok, geri çekilin” dedi başkan. Bağımsız örgütlenip oraya gelen halk direndi. Sol ideolojiyi temsil ettiğini iddia eden ana muhalefet partisi ne yaptı? Direnişi sahiplenemeyeceğini anlayınca, belediyedeki yolsuzlukların yıllardır sessiz ortağı olması eleştirilince, “benim önemli işlerim var, gitmem lazım” dedi başkan. 19 Temmuz KTHY direnişini düşünelim. Recep Tayyip Erdoğan’ın memleketi ziyaret ediyor oluşundan dolayı yoğun “güvenlik” önlemleri ve engellemeler olan bir günde, polisin şiddet kullanarak müdahale etme olasılığının yüksek olduğunu bile bile gitti oraya giden halk. Neticede yaralananlar oldu, tutuklananlar oldu. Sonra noldu? Bir avuç “örgütsüz” direnişçi “geri çekilmeyelim, direnelim, arkadaşlarımız yaralandı, tutuklandı” derken, sendikalar “bu kadar yeter, geri çekilin” emri verdi. Söndü gitti direniş. Sendikaların, “sol” partilerin torunlarına anlatacakları bir “kahramanlık” hikayesi kaldı geriye. E bu halk sizin sözünüzle yola çıkar mı bundan sonra? Neden çıksın? 2003 yılındaki kitlesel direnişin siyasi ranta dönüştürülmesine ve halkın yüzüstü bırakılmasına hiç girmiyorum bile.
Dönelim Direnişçi İkilemi’ne. Bilim diyor ki, halkın otoriteye (hele de silahlı otoriteye) karşı genelde direnememesi değil, zaman zaman nasıl direnebildiğidir açıklanması gereken. “Beleşçilik” (free-riding, “onlar mücadele etsin, ben nasıl olsa sonuçlarından faydalanacağım”) rasyonel bir davranıştır, buna alternatif geliştirmek ve direnmeyi bireyler için rasyonel hale getirmek düşünce ve hareket öncülerinin işidir. Gerçek bir demokrasi için bu ikilemin nasıl çözülebileceği üzerine kafa yormak elzemdir. Çünkü iktidara kim gelirse gelsin, bireysel düzeyde rasyonel olan davranışlar kolektif olarak zararlı sonuçlar doğurabileceğinden (devlet yapıları da belli bir toplum sözleşmesi çerçevesinde bu noktadan yola çıkararak kurulmuştur), halkın hesap soran ve gerektiğinde cezalandıran rolü oynayamadığı hiçbir sistem demokratik olamaz. İstediğiniz kadar seçim sistemi, parlementer/başkanlık sistemi tartışması yapın, hiçbir sistem, hiçbir siyasi parti veya kişi bundan muaf değildir. Peki nedir bu ikilemi çözme yolları? Halkın direnme olasılığını nasıl artırabiliriz?  
Mark Lichbach dört kategoriye ayırıyor çözüm yollarını: Ekonomik/piyasa, toplumsal, sözleşme ve hiyerarşi. Sırayla örnekleyelim. Sadece katılımcıların/üyelerin faydalanabileceği çıkarlar sunarak katılımı teşvik edebilirsiniz; sendikalar buna güzel bir örnektir ama sınırlı çıkar gruplarının tek başına gücünün yetmediği, kitlesel direniş gerektiren toplumsal meselelerde bunu uygulamak mümkün değildir. Katılım maliyetini düşürmek için de önlemler alabilirsiniz (seçimler için uçak kaldırırsınız, mitingler için otobüsleri doldurursunuz, vb.) ekonomik çözümler çerçevesinde. Toplumsal çözümler, “ortak anlayış” ve “ortak inanç” sistemlerine dayanır. Bir toplumda “ortak menfaat” inancı, diğerlerinin de sizin gibi dayanışma içinde hareket edeceğine ve yalnız bırakılmayacağınıza olan güven, direnişinizin daha sonra bireysel menfaatler için kötüye kullanılmayacağı inancı ne kadar yerleşmişse, direnişe katılma oranı o kadar yüksek olacaktır. Bunu artırmanın yolu, halkı “siz bireysel çıkar peşindesiniz, ortak menfaat için mücadele etmiyorsunuz!” diye aşağılamak değil, zaman zaman oluşan halk hareketlerini veya direnme iradesi gösteren “deli”leri yalnız ve yüzüstü bırakmamaktan geçer. (Daha teknik bir dille söylemek gerekirse, “tit for tat”: Bir kere delilik yapıp da sizinle dayanışanı bir kere yüzüstü bırakırsanız, bir sonraki adımda o da dayanışmayacaktır—Tekrarlamalı Mahkumun İkilemi). 
Bunu sözleşme çözümlerine de bağlayabiliriz. Halkı bir direnişe veya mücadeleye teşvik edenlerle halk arasında bir sözleşme oluşur, ille de yazılı olması gerekmez. Sözleşme tek taraflı ihlal edildiği anda artık geçerliliğini kaybeder. Halk da pılısını pırtısını toplar, evine döner, sağdan soldan tokat yediği bu adaletsiz sistemin içinde varolabilmenin gereği ne ise onu yapar, boyun eğer. Hiyerarşi çözümleri, liderlere ve formel örgütlenmelere dayanır. Karizmalarını, otoritelerini ve ellerindeki (veya “devrim olduğunda” vaad ettikleri) kaynakları kullanarak, bireylerin katılımını “teşvik” ederler. Örgütler doğru planlama ve taktiklerle, aralarında hiçbir formel koordinasyon olmayan gruplara oranla daha çok insan toplayabilir ve direnişin sürdürülebilirliğini sağlayabilirler. Bu liderlerin ve örgütlerin, direnişi kendi sınırlı menfaatleri veya siyasi rant için kullanma riski her zaman vardır; bu da gelecekte oluşması muhtemel kolektif hareketleri baltalayacaktır. Formel örgütlenmeler üstü veya bunlardan bağımsız halk hareketi oluşamaz mı? Daha zordur, daha çok zaman ve çaba gerektirir, ama bir kere oluştu mu da sindirmesi, siyasi rant için sağa sola çekilmesi daha zordur. Bugün Türkiye’de görüyoruz böyle bir anomik halk hareketini. Bir yandan otoriter kamu politikaları ve devlet yapısına karşı direnirken, diğer yandan hiçbir sınırlı çıkar grubunun veya siyasi güç odağının maşası haline gelmemeyi başardığı ölçüde etkili olacak bu direniş; gelecek her iktidara karşı halk iradesini ve demokrasiyi güçlendirerek sürdürülebilir bir halk menfaati sağlayacak.
Bahsettiğim bu sorun ve olası çözümler sadece halk direnişleri için değil, kolektif tüm hareketler, kamusal menfaatin ve kamusal mülkiyetin söz konusu olduğu her durumda geçerlidir (seçimler dahil). İnsanların bireysel iradelerini kullanıp, kendi belirledikleri kişisel öncelikler ve menfaatler doğrultusunda hareket etmesi aşağılanacak birşey değildir. Hatta, aile/örgüt/parti içindeki baskıcı iktidar ve vesayet ilişkilerinden (adını ister bütünlük, ister disiplin, ister demokratik merkeziyetçilik koyun, fark etmez) henüz kendini kurtaramamış olanlar için hedeflenmesi gereken bir durumdur. (Feminizm bunun için yargılama ve reçete vermeyi içermeyen etkin yöntemler geliştirmiştir, destek olabiliriz.) Eğer bireysel rasyonel davranışlar toplamda zararlı sonuçlar doğuruyorsa, bu bireylerden değil, sistemden kaynaklanan bir sorundur. Eğer bugüne kadar bu sistemi değiştirecek etkili bir halk direnişi oluşamadıysa veya bugüne kadar oluşan halk hareketleri hüsranla sonuçlandıysa, bu tabanla ilgili değil, muhalif düşünce ve hareket öncülerinin beceriksizliği veya kötü niyetiyle ilgili bir sorundur. Günü geldiğinde kendilerinden de hesap sorabilecek, siyasi zincirlerden ve menfaatlerden bağımsız halk iradesinden korkudur mesele.
Peki oy kullanmak rasyonel mi? Yoksa denize mi gitmeli? Bu yazıyı daha fazla uzatmayayım. Arkası yarın.

Ömür Yılmaz
7 Haziran 2013

Thursday, March 7, 2013

ÖZEL OLAN POLİTİKTİR! (ne demektir)


                                                                                                    Umut Ozkaleli         7.03.2013 
Feminist politikanın en önemli söylemlerinden birisidir ‘özel olan politiktir’. Çok önemli ve sık kullanılan tüm sözler gibi çok okunmadan, tartışılmadan , konuşulmadan kullanılması yanlış algıları ve pratikleri getrime riski taşıdığı için üzerinde durulması gerektiğine inanıyorum. Hatta sembolik günlerde bir araya gelip ‘görünür’ olmakla feminizmi duyurmaya çalışan feminist grupların (gereklidir ama yeterli değildir) sadece ve sadece ‘özel olan politiktir’ sözünden ne anladıklarını tartışmak için de bir araya gelmeleri gereklidir kanımca. Bu sözün ne demek olduğuyla ilgili çıkacak sentezlerin sistemi değiştirecek eylemliliklerde gerekli olan dayanışmaları ve koalisyonları getireceğine inanıyorum (kıbrısın kuzeyinde böyle bir eylemlilik üzerine henüz dayanışma yoktur-olma potansiyeli geliştirilmelidir).

Kadın hakları mücadelesinde ‘özel olanın politik’ olması söyleminin yaygınlık kazanmasının sebebi, kadınların yaşadıkları tüm hak ihallelerinin ‘hak’ ihlali olarak algılanmak yerine ‘özel mesele’ olarak görünmesiydi. Kadın vücut bütünlüğüne, zihinsel-psikolojik sağlığına saldıran kocası tarafından dayak yediğinde ‘bu aile melesidir, karı koca arasındaki meseleye karışılmaz’ denilerek kadınların çiğnenen hakları göz ardı ediliyor. Yasa koyucular, yargıçlar, polisler, sosyal hizmet uzmanları da bu egemen görüşle eğitildikleri ve uyguladıkları için de sistem kendini sürekli yeniden ve yeniden oluşturuyor. Benzer bir örnek kadınların sistematik olarak savaşlarda tecavüze uğramasıdır. 1990lı yıllarda Bosnalı kadınlar ve Rwandada Tutsi kadınaların uğradıkları sistemik tecavüze kadar da bu tecavüzler uluslararası kuruluşlar ve sistem tarafından ‘savaşın yan etkileri’ olarak görülüyor ve önemsizleştiriliyordu. Bu sistemler, içerisindeki bireylerin çabaları, karşı duruşları, kadın hikayelerini dünya kamuoyuna taşımaları, anlatılan hikayelerle tecavüzün soykırım amacı içerdiğini ortaya koymaları, kendi toplumlarından tecavüze uğradıkları için dışlanmalarını anlatmaları ile değişti. Kadınlara karşı tecavüzün savaşlarda sistemik olduğu, bir savaş stratejisi olduğu ve ‘savaş suçu’ olarak kabul edilmesi 20. Yüzyılın sonuna dek bekledi.

Kadınlar evde kocaları tarafından tecavüze uğradıklarında, zorla eve kapatıldıklarında, dayak yediklerinde, iş yerinde patronları tarafından tacize uğradıklarında, hak ettikleri pozisyonlara onlar yerine bir erkek getirildiğinde bu yaşadıkları tecrübelerin ‘bireysel, özel, konuşulmaması gerken tabu meseleler’ değil, bunların ataerkil sistem tarafından sistemik olarak yaratılan mağduriyetler olduğunu, bunların aşılması için bu konuların politik meseleler olarak algılanması gerektiğini ortaya koymak için feministler ‘özel olan politiktir’ söylemi altında ataerkil sisteme dikkat çektiler. Bu yaklaşım çok geniş çaplı bir yaklaşımdır, hukuku, yasaları, ekonomiyi, seçilme/atanma koşullarını ve en önemlisi sosyal normaları ve öğretileri eleştirir. Kadından ‘namuslu’ olmasını isteyen toplumsal kurgu, ‘dişi  kuyruk sallamazsa erkek gitmez’ telkininde bulunduğunda tecavüze uğrayan kadının ne giydiği, gece kaçta dışarıda olduğu, flört edip etmediği sorularını mahkemede de sorabilir. Uzun mücadelelerle bazı ülkelerde bu soruları sormanız artık ‘mağdura karşı önyargılı’ olduğunuzu ‘mağduru kendine işlenen suçtan sorumlu tuttuğunuzu’ gösterdiği için uygulamadan çıkarılmıştır. Ama bu algının uzantısı olarak özellikle cinsel suçlarda saldrırıya uğrayan kadınların özel hayatı mercek altına alınır, hakkında dedikodu yapılır ve ‘namusu’ sorgulanır. Kocası tarafından şiddet gören kadınların ‘adama ne yapmıştı acaba? Sebebi neydi acaba? Allah bilir ne dırdırcıdır da bu olmuştur’ şeklinde yaklaşılması da kadına karşı şiddeti önemsizleştiren, bir insan hakkı ihlalinden çıkararak ‘kişiler arası mesele ve anlaşmazlığa’ indirgeyen bir öğretinin sonucudur. Feministler bu sorunları ataerkil sistemin kadınlara yüklediği roller, toplum içinde kadınlara verilen alan ve tanımlanan haklar çerçevesinde ele almaktadır. Bir kadının evde uğradığı şiddet aslında aile, toplum, eğitim sistemi, politik ve ekonomik sistem ve yasalar  çerçevesinde kadınların toplumsal yaşamda ikincil pozisyonda tutulması ile alakalıdır. Aile içi şiddeti sonlandırmanın yolu, aslında bütün bu sistemsel ögelerin değişmesi mücadelesidir.  

Sanırım buraya kadar ülkemizdeki feministler de ‘özel olan politiktir’ ne demektir sorusunu üç aşağı beş yukarı bu çerçevede açıklarlar . Ancak özel olanın politik olmasının anlamı bu genel tanımlama ile sınırlı değildir ve önemli başka noktaları da değerlendirme içine alınmadığı müddetçe praksis (kuramlarımızı pratiğimizle birleştirdiğimiz o muhteşem nokta) sıkıntılı bir çıkmazda kalacak ve feminist hareketin yapmakla yükümlü olduğu değişimleri yavaşlatacaktır.

Kadınların ya da marjinalize edilen, azınlıkta bırakılan birey ve grupların yaşadıkları hak ihlallerini, dışlamaları, ayrımcılıkları anlamanın yolu onların tecrübelerini ortaya koyabilecekleri yaklaşımları benimsemektir. Kadınların ‘sesi’ sadece kalıplaşmış sloganlar kullanmak değildir. ‘Görünmeye emek sesini yükselt’ sloganı doğru bir slogandır ama ‘ev kadınlığının’ nasıl değersizleştirildiğini kalabalıklara anlatmakta yeterli değildir. Dahası, uygulamada pek çok dışarıda çalışan feministin ev kadınlaryla ve ev kadını feministlerle ortaklaşmasını, bağ kurabilmesini zorlaştıran bir slogana dönüşebilmektedir.

Görünmeyen emeğin kendi bildiği yöntemlerini yeterince ‘politik’ bulmazsak ve ‘bu kişisel bir mesele değil, politik bir meseledir’ dersek en başından bu emeğin kendi sesini nasıl yükseltmesini bekleyebiliriz?  Görünmeyen emek bize bizim anladığımız yaklaşımlarla anlatmayacaktır ezilmişliğini. Kendi tecrübelerinden hareket edecektir. Ezlimişlik meselesi anlatılırken ‘konudan saparak’ yemek tarifi verdiğinde ‘yükselen bir ses’ olarak görecek miyiz o sesi? Bize politik söylemlerimiz ekseninde çok da ‘doğru yada çekici’ gelmeyebilen anlatılarla karşılaştığımızda ne yapacağız? Önce biz onlara feminist terminolojiyi ve bakış açısını öğreteceğiz onlar da seslerini mi yükseltecek? Genellikle uygulamamız budur ama bu ‘görünmeyen emeğin’ sesi midir yoksa bizim onlara ‘verdiğimiz’ ses midir? Erkeklerin bize ‘verdiği’ sesten ve haklardan ne kadar farklıdır o zaman o ses?

Tecrübelere çok da bağlamadan ya da onların saatlerce kendilerini anlatmasına izin vermeden sıralara oturtarak ‘doğru’ politik terminolojiyi veriyoruz kadınlara. Bir seferinde bana bir feministin ‘tamam, özel olan politiktir dedik,  kişilerin kendi hayatlarından örnek vermesine ortam yarattık, kadının biri yarım saat bizi psikolog gibi kullanarak içini döktü,  politik noktaya gelemedik, bunun bir sitem sorunu olduğunu analatamadık, kadının hayatının detaylarında boğulduk’ dediğini hatırlıyorum mesela. Halbuki kadınları sıralara yerleştirdiğizde ve ‘doğru terminolojiyi ve bakış açısını’ vermeye kalktığımızda ulaşabildiğimiz kadın sayısı azalmaktadır. O yüzden ülkemizde ve feminizmi ilköğretim içinde yapılandıramamış pek çok ülkede feminist hareket tabandan kopuk ve formal eğitimi en az lisans düzeyinde olan kadınların ‘görünür’ oldukları bir zümre hareketi olarak kalıyor.

‘Özel olan politiktir’, bireylerin başına gelmiş olaylardan, yaşadıkları tecrübelerden konuyu çıkararak sadece sistemsel bir sorun olarak konuşmanın sloganı haline getirildiğinde aslında feminizmin epistemolojik yaklaşımından hareket etmemektedir. Feminist epistemoloji, ‘bilgiye ulaşacağınız’ en önemli mahreçlerden birinin insan tecrübesi oluduğuna vurgu yapar. Siz bireylerin tecrübelerini sustururarak, ‘senin kişisel meselenin ötesinde politik ve sistemsel bir sorunla karşı karşıyayız’ dediğinizde, ataerkil biçimde liberal ve ataerkil biçimde sosyalist olanların bilgiye ulaşma biçimini içselleştiriyorsunuz demektir. Yani özel olan politiktir  ‘özel bizi ilgilendirmez bunu politikleştirelim’ formatına bürünmekte, giderek özel ya da kişisel alan olarak algılanan alanlarda yaşanan hak ihlalleri ve ayırmcılıkları susturmanın aracı haline gelmektedir. Ataerkil söylem öylesine güçlüdür, öylesine esnektir ki, ‘özel olan politiktir’ söylemini ‘bunu kişiselleştirmeyelim’ söylemiyle birleştirerek yine ayrımcılık yaptığı gruptakilerin hak ihlallerinin konuşulmadığı, ya da güçlülerin yaptığı hak ihlallerinin üzerine gidilmeyen bir duruşu beslemektedir. Birinin kişisel meselesini saatlerce dinlememek ve bunu politikleştirmek yaklaşımı yerine, bizlere aktarılan tecrübelerin ortaklaştığı noktaları ya da sistemden kaynaklı uzantıları arasında bağlantıyı kurabilecek kapasitelerimizi arttırmamız gerekmektedir. Kişilerin bizi psikologları gibi kullanmak yerine feminist mücadelenin parçası olabilmelerinin yolu onların hikayelerinde hayat bulan seslerini bastırmaktan geçmez. Onların seslerini hangi etkin şekillerde hem bireyler hem toplum nezdinde ilişkilendirebileceğimizi formüle etmemiz gerekmektedir. Bunu nasıl yapacağımızın sorumluluğu politik olarak kendine feminist diyen kişi ve gruplardadır. ‘Ben denedim ama olmadı, o yüzden kişisel meseleden çıkaralım’, ya da ‘ben kendimle iligli konuşamam o yüzden kimse konuşmasın sonra herkes benden de bekler’ deme lüksümüz yoktur. Feminizmin söylemlerine aşina olmak demek gündelik yaşamdaki tecrübelerin bağlantısını otomoatik olarak kurabilediğimizin garantisini vermemektedir. Bu bağlantıları kurabilmek de bir mücadele alanıdır. Hem kendi tecrübelerimiz hem de bizimkilerden çok farklı tecrüblerin ancak kolektif olarak ortaya çıkardığı ortaklaşmaları politikleştirebiliriz.

Tecrübelerini aktaran bireye ‘senin kişisel meseleni çok uzun uzadıya dinlememize gerek yok, bu sadece senin meselen değil, hepimizin meseledir, hepimiz kadınız ve eşitiz bu noktada’ dersek bir dizi sorunlu yaklaşımı benimsemiş oluruz. En birincisi ontolojik olarak tek bir ‘kadın’ var olduğunu düşünen ve tüm kadınları cinsiyetleri ekseninde ‘aynı’ gören bir yanılsamaya düşeriz (essentialist yaklaşmış oluruz). Bu yanılsama, tecrübelerine çok da önem vermeden ‘nasıl olsa hepimiz kadınız hepimiz biliyoruz’ diyerek bireylerin kendi özgün varolma biçimlerini, kimliklerini, ötekileştirilişlerini ve dahası kendi özgün mücadele biçimlerini görememize engel olur. Erkeklerin ‘insan hakları’ oluşturdukları süreçlerde ‘kadın erkek fark etmez, insan hakkından konuşunca sizi de içine alacak’ dedikleri süreçlerde öğrendiğimiz şey evde dayak, cinsel taciz ve tecavüzle karşılaşma oranı kadınlara göre çok daha düşük olan erkeklerin bu hak ihlallerine uzanacak yasaları yapmadıkları ve kadınların yaşadıklarını bir hak ihlali değil ‘özel’ mesele görmesidir. Benzer şekilde, kendi tecrübelerini sırf kadın oldukları için başka kadınlarınkiyle aynı görenler de farklı kimliklerdeki kadınların tecrübelerine arkasını dönebilir ya da önemsizleştirip görünmez kılabilir. Örneklendirebiliriz. Feminist duruşu olan, sesi olan kadın imajı ile toplumuda yaşarken, hepimiz diğer kadınlar gibi kurtulma mücadelesindeyiz ve biz de diğer kadınlar gibi cinsel tacize uğrama tehlikesiyle karşı karşıyayız. Risk noktasında durumumuz benzeşse de ‘sesi olan ve sesi olamayan’ olarak algılanan kadınlar arasında toplumun bizi algılaması farklı olabilir. Bize yönelik algı farklılaştığı anda tecrübe edişlerimiz de farklılaşabilir.  Ya da bizler, feministler olarak muftelif sebeplerle tacize uğrasak da bunu konuşamayabiliriz. Konuşamadığımız anda, konuşan ve kendini mercek altına koyacak bir toplumun önüne çıkan kadınlarla aynı tecrübeyi yaşamadığımızı bilmek durumundayız. Çünkü toplum önüne çıkabilmek başka bir tecrübe dalgasını getirmiştir artık. O noktada feminist farkındalıklarımız ne durumda olursa olsun, toplum önünde bununla mücadele eden kişinin tecrübelerinden dünya kadar daha farkındalık yaşayacağız ve bununla barışık olmak durumundayız. ‘Ben feminist bir kadın olarak çıkamadım, bu beni daha mı az feminist yapar’ diye de düşünmeyeceğiz elbette. Farkındalıklarımız ve kapasitelerimiz birbirinden farklı olabilir, tıpkı kurtulmuşluklarımızın farklı farklı noktalarda zincirlenip farklı farklı noktalarda yeşerebileceği gibi. 

Siyasi partilerin içinde erkekler kadar, kadının kadına düşman olması, sadırması, kesmesi, kendinin ya da kocasının siyasi gücünü kullanarak başka kadınları siyaseten engellemesi, bir örgütün içinde bir kadının öbür kadının cinsel yaşamı ile ilgili dedikodu yapması sanırım örgütlü feministlerin varolduğunu bildiği gerçeklerdir. İşte tecrübelerin bastırılması ile ilgili bir başka örneği de bir başka feministten bu eksende dinledim. Bu tip yöntemlere başvuran bir kadının tutumuna maruz kaldığında bunu politik arenada mesele etmek isteyen, eleştirmek isteyen kişi, kendisine ‘bu kişisel meseleleri boşver, herkes senin onunla kavgan olarak algılayacak, sistem ve hiyerarşi sorunları ile ilgilenelim’ dendiğini anlatmıştı. Hiyerarşi sorunları ile mücadele hangi eksende verilecek peki? İnsanlara dokunmadan, ‘bunlar yaşanıyor ve bunlar oluyor’ demeden hiyerarşinin yarattığı yanlışları ve çarpıklıkları nasıl su yüzüne çıkaracağız? Bu örnekleme üzerine gidilmediği için ‘kadınları birbirine rakip hale getiren’ yakalşımın ataerkil yaklaşımların önemli taktiklerinden olduğunu konuşacak bir zeminimiz ve gereğimiz oldu mu mesela? Bunu konuşamadığımız için feministler için çok önemli olan ‘kızkardeşlik’ olgusunu tanıştırabildik mi bu toplumda? Bu kızkardeşlik kavramının eksikliğinin nasıl ataerkilliği içselleştiren kadınlar yarattığını irdeleyebildik mi? Bu sorun ‘kişisel bir mesele’ olarak çevremizdeki adamlar tarafından susturulduğu için bu kavramlarla birleştirecek bir tecrübe olarak açığa çıkmadığı için hayır konuşulmadı, sessizleştirildi, bastırıldı, sindirildi ve ataerkil sisteme karşı en büyük mücadele aracı olan kadın dayanışması tarihimizin o noktasında bir gereklilik olmasına rağmen irdelenemedi. Kadın dayanışmasının zaafiyetleri ükemizde feministlerin konuşamadığı bir noktada, karanlıktadır. O tecrübe ifade edilseydi, bu ülkeye ve feminist harekete bir katkı olabilirdi. Etik dışı davranan, kanunsuz davranan bireyler bunun hesabını vermeden, konumlarını korumaya devam ettikleri sürece hangi sistem sorununu ne boyutta düzeltebileceğiz ve ne kadar inandırıcı olacağız? Daha kendi örgütümüz içinde etik ve yasal zemini kuramazken içinde yaşadığımız sistemi değiştrimek konusunda kime söz verebileceğiz? Kadının kadına düşman edilmesinin ataerkil sistemin kendini devam ettirmek için kullandığı en büyük araç olduğunu örnekler üzerinden giderek, ama sistemsel açıklamalarla birleştirmeden kime anlatabiliriz?

Hak ihalalinin kişisel örenkleri sunulursa ve sistemsel soruna parmak basılırsa ancak toplum içinde insanlara dokunabiliriz. İnsani boyuttaki dokunuş ancak değişime alan yaratır. O yüzden Mustafa Diker öldüğünde onu ‘çocuk cinayetleri vardır ve bir an önce son bulmalıdır’ talebinizin bir umut sembolü yaparsınız. Mustafa Diker’in adını andığımızda ‘kişi üstünden konuşmayın bu meseleyi’ demeniz ne kadar anlamsız, saçma ve yersizse, sistemsel sorunların uzantısı olan kişilere yapılan hak ihlallerini bastırmanız da bir o kadar yersiz ve yanıltıcıdır. Şiddetin, bezdirmenin, sindirmenin, susturmanın, engelin, ayrımcılığın özelde ya da kamusal alanda var olan her biçimi politik meseledir ve örenklemeler üzerinden konuşulmak zorundadır. Aksi halde havadan konuşmalarla değişim gereğini ortaya koyamayız, insanları değişime ikna edemeyiz. Dahası böyle bir hak ihali olduğunu bilemeyiz bile. İngilizcede ‘date rape’ olarak adı konulan ‘flört tecavüzü’ hala bizim dilimizde ve kanunlarımızda yoktur. Flört ettiğiniz, yemeğe çıktığınız birisinin sizi cinsel ilişkiye zorlaması kavramının var olduğunu ancak bu ‘kişisel’ durum gün ışığına çıkarıldığında bilebilirsiniz. Bunu yaşayan pek çok kadın bu tecrübelerin paylaşımının ortaya çıkardığı sonuçla bunun sadece kendi başlarına gelen bir şanssızlık olmadığını bilebilir.  Ayrımcılık ve şiddet içeren her tecrübeyi konuşmamız gerekmektedir. Bu tecrübeleri konuşma biçimimiz sebeplerin sistemsel boyutunu irdelediği, hangi şekillerde ortaya çıktığına eğildiği ve sistemsel çözüm önerilerini  içerdiği müddetçe susturulmaması ve bastırılmaması gerekmektedir.

‘Meseleyi kişiselleştirme’, ‘Bu kişisel meseleyi kamusal alana taşırsan herkes ‘karı kavgası’, ‘öfkeli kadın’ gibi algılayacaktır o yüzden yapma’ diyenlere feministlerin aslında gülümseyerek bu yaklaşımlarının ne anlama geldiğini anlatması gerekir. Çünkü bu yaklaşımları genellikle güç sahibi, ataerkil konumdan nasiplenen bireyler ve örgütler seçer. ‘Özel olan politiktir’ sözünü altını doldurarak kullanan hiçbir feminist ‘bunu kişiselleştirmeyelim’ demez, ya da ‘herkes bizi konuyu kişiselleştirmiş görecek, herkes bize öyle diyecek böyle diyecek’ diye endişe duymaz. Tam tersine bize kişisel olduğu öğretisi verilen pek çok davranışın kadın rollerimiz içerisine sıkıştırımış kalıplarla içinde yaşadığımız sistem tarafından verildiğini bildiğimiz için güleriz, bizi kişisel olmakla yargılamaya kalkanların farkındalığını arttırmak için çabalarız. Bizi kişiselleşmekle suçlayanların bizim hakkımızda ne dediği kaygılarımız arasında değildir, feministler olarak direndiğimiz birşeydir hakkımızda söylenenler. Bize ‘evde kalmış tatminsiz kadınlar, boşanmış erkek düşmanları’ gibi hakaretleri edenlere karşı direndiğimizden daha farklı bir direnme noktası da olmayacaktır bu.

Özel olan politik olduğu için, kişisel görünen her hak ihlali, her ayrımcılık, her şiddet konuşulursa ancak eşitlikçi bir dünya gelecektir. Kişsellesştirme diyenlere ataerkil öğretiyi içselleştirmediğimizi her seferinde direnerek ve dayanışarak göstermek zorunda olduğumuz için konuşan herkesin tecrübelerini kucaklamaya devam edeceğiz, bize de konuşabilmek için güç kaynağı olsunlar diye.

Thursday, January 31, 2013

KÜLTÜRÜMÜZÜ BOZANLAR

                                                                                    31.01.2013                               Umut Özkaleli
Son dört yıldır, basında, sosyal medyada sıkça duyduğum bir iddia ve kullanım var. ‘Türkiye’den buraya getirlen ‘taşıma’ nüfus kültürümüzü bozuyor’. Bu o kadar inanılarak yapılan bir iddiadır ki, KKTC’de UBP, sonrasında CTP ve şimdilerde yine UBP tarafından yapılan nüfus politikalarının eleştirisinin de merkezinde oturuyor. Yani, bu ülkede nüfus politikalarına karşı olmamızın en önemli sebebi bu gelenlerin ‘kültürümüzü bozmasıdır’.  Bir başka değişle buradaki sorunların hepsi gelenlerin kültürümüzü bozmasındandır.

Ben, bir birey ve bir sosyal bilimci olarak bu ülkede benimsenen nüfus ve vatandaşlık politikalarına karşıyım. Vatandaşlıkların verilme biçiminden ve sayısından rahatsızım. Ancak sebebim yukarıdaki son derece sorunlu ‘kültürel dokumuz bozuluyor’ söyleminden ötürü değil. Nüfus politikalarına karşıyım çünkü Kıbrıs’ın kuzeyi üretmeyen bir ülkedir ve bu üretimsizliğin yarattığı sayısız sosyo-ekonomik ve politik sorunlar mevcuttur. İşsizlik diz boyudur, devlet hastanelerinde yeterli doktor, cihaz, hemşire ve ilaç bulunmamaktadır. Nüfus artışını kaldırabilecek şekilde okul alt yapılarımız oluşturulmamıştır, binalar, öğretmenler yetersizdir. Okullarımız daha var olan çocuklarını tam gün okulda tutamazken, yemekhaneleri, sağlık merkezleri, ısıtma sistemli sınıfları, okumaya teşvik eden yeterlikte kütüphaneleri, bilimsel çalışmayı teşvik edecek fen labaratuvarları yokken öğrenci sayısını arttıracak şekilde nüfus sayısını arttırmak sosyo-ekonomik sorunlar doğurmaktadır. Bu ülkede koca şiddetinden kadınlar, baba şiddetinden çocuklar hayatını kaybetmektedir. Her durumda sosyal hizmetler dairesi ve polisle iletişime geçen mağdurlar devlet tarafından korunamamaktadır. Bu durum, vatandaşını koruyabilen, aile içi şiddete önlem alabilen bir devlet olmadığını ispatlarken, koruyamayacağımız insanları vatandaş yapmanın bu devletin harcı olmadığı ortadadır. 

Vatandaşlık vermek ya da ülkenizde çalışmasına olanak sağlamanız demek, kabul ettiğiniz her bireye en iyi şekilde eğitim, sağlık ve sosyal hizmeti sunabileceğinizi, ekonomik olarak kalkındırabileceğinizi söz vermeniz demektir. Vatandaşlıkların ve çalışma izinlerinin her ülkede belli kriterlere bağlanmasının sebebi de nüfüsun temel ihtiyaçlara dengeli ayarlanması gereğidir. Aslında yalnızca vatandaşlık ve göç değil, aile planlaması ve doğum oranlarının düşürülmesi ya da arttırılmasının teşviki de bu plan dahilinde hayata geçmektedir. Bizimkisi gibi tanınmayan, üretmeyen, ekonomik gücü olmayan, ekonomik olarak başka bir ülkeye bağlı olan bir devletleşme çabasındaki birimin vatandaşlık politikalarını sadece ve sadece iktidar hesapları için düzenlemesi hem hali hazırda burada yaşayanların hem de buraya giriş verilenlerin haklarını ciddi şekilde ihlal etmektedir.

Yukarıda okuduğunuz sebepler vatandaşlık politikalarına karşı olmanızın gerek ve yeter koşuludur. Bu sebepler vatandaşlar olarak sizi korumayı hedeflediği kadar, buraya siyasi çıkar uğruna getirilen insanları da korumayı hedeflemektedir. Yani vatandaş yapılanları buradaki söylemdeki gibi ‘kültürümüzü bozmakla’ suçlanmak yerine, var olmayan bir haklar zinciri söz verildikleri için aslında diğerleri gibi mağdur olarak tanımlamanız gerekmektedir. İnsanların bir ülkede yasal statüleri olmadan yaşamalarını ele alırken de ‘kültümüzü bozuyorlar’ üzerinden olaya bakmak ve söylem geliştirmek de haksız ve sorunludur.  Sorun ‘kültürünüzü bozmaları’ değil, yasal statüsüzlüklerinden ötürü sömürülmeye, insan haklarının ihlal edilmesine açık hale getirilmeleridir. Yasal statü vermediğimiz insanların çocuklarının okul hakkını savunmadığında ‘kültürümüzü koruduğunu’ sananlar, aynı insanların çöp grevlerinde devletin eliyle kullanılarak çöp toplattırıldıklarını gördüklerinde iki yönlü hak ihlallerini  görmelidirler. Hem grevi yapanların hakları yenmektedir, hem de yaşam kavgasında iş bulduğu için sevinen insanların aslında hiçbir temel insan hakkından yararlanamadan (sigorta, sağlık ve çocuklarına okul hakkı gibi) devlet tarafından ya da zengin kapitalistler tarafından sömürülmektedir. Yani ‘kültürünüzü bozanlar’ devletin ve sermayenin elitleridir ve buraya getirdikleri insanların emeğinin sömürülmesinden para kazanmaktdırlar.

Bu ülkenin maalesef en çok da ‘solcu’ elitleri ‘kültürün bozulması’ söylemi üzerinden kendi hakkını aramaya kalkmaktadır. Hak arayışı başkalarını rencide ederek ve onların yenen haklarına gözlerimizi kapatarak yapıldığında yeni haksızlıklardan başka birşey elde edilememektedir.

‘Kültürümüzü bozanlar’ söylemi kendi içinde sorunlu, insanın dünyaya ait insanlığını inkar eden, dünyaya ait içiçe geçmiş canlı ve yaşamsal bağlantılardan kopuk bir söylemdir. Bir insan grubunun başka insan grupları tarafından ‘bozulduğunu’ düşünmesi aslında kendine yüklediği mükemmelliğin, başkalarına tahammülsüzlüğün, insan olma temelindeki ortaklaşmanın tamamen göz ardı edildiği anın en üst noktasıdır. Ve doğrusu insan haysiyetini de ayaklar altına alan bir durumdur. İnsan haysiyetinizi başkaları size saldırdığında değil, siz onları insanlıklarından çıkarıp sizin ‘saflığınızı’ bozduklarını söylediğiniz anda yitiriyorsunuz (Ionna Kuçuradi’yi okumanızı tavsiye ederim). İnsani noktadan bu ‘kültürümü bozdular’ diyenlerin prevasızca, bir utanç hissetmeden bunu söyleyebilmesini hayretle, hüzünle, kederle karşılıyorum.

Ülkemizde kaanat önderi ‘sivil toplumcuların’ ya da gazetecilerin sıklıkla kullandıkları ‘kültür’  olgusunun biraz daha iyi anlaşılması gerekiyor. Kültür ne demektir sorusunu cevaplandırabildiğimizde   ‘Dağdan geldi  bağdakini kovdu’, ‘köyden indim şehire’, ‘dağdan inme’, gibi dışlayıcı, ötekileştirici sözlerin de azalacağı bir süreç görmemiz mümkün olacaktır.[i]

Kevin Avruch ve Peter Black gibi kültürel antropologların vurguladıkları ilk nokta, aslında tek bir sosyal grubun kültürün ‘otantik’ (orijinal) anlamlarına sahip olduğunu iddia etmesinin imkansız olduğudur. Çünkü kültür sadece geçmiş nesillerin yarattığı, öğrettiği ve aktardığı bir olgu değil aynı zamanda mevcut sosyal grupların da oluşturduğu ve yeniden varettiği bir olgudur. Yani kültürler dinamiktir ve farklı sosyal grupların olduğu kadar bireylerin olaylar ve olgular karşısında takındıkları tavır, kullandıkları tercihler ve yetilerini kullanma biçinleri (agency) de bir kültürü etkilemektedir. Kültürün üç özelliğine dikkatimizi çeken bu araştırmacılar toplumsal grupları da sadece etnik ya da milli gurplar olarak ayırmaz. Yani burada sıklıkla yapılan hata gibi bir ‘Kıbrıslılık’ original kültüründen bahsetmenizin önüne geçen çeşitli ögeler vardır. 

Bireylerin din algısı, ekonomik sınıfını, mesleği, cinsiyeti, cinsel yönelimi, cinsiyet kimliği, kırsalda mı şehirde mi yaşıyor olduğu onları değişik ve çoklu gruplara yerleştirir ve bütün bu gruplar da kendi içinde hem kültürel ögeler taşır hem de kültüre farklı katkılarda bulunur. Bu da içinde yaşanılan homojen gibi algılanan kültürleri bile aslında ‘çokkültürlü’ algılamamızı gerekli kılar. Üzerinde durulan bir başka özellik ise, aynı sosyal grubun içindeki insanların, mesela aynı cinsiyet, cinsel yönelim, ekonomik sınıf ve şehirden gelen bireylerin dahi kültürü farklı şekillerde algıladıkları, farklı şekilde yorumladıkları ve farklı çerçevelere oturttuklarıdır. Kültürün otantik olması iddiasının önüne geçen üçüncü özelliği ise insanların yaşam süreçleri içerisinde sosyal yaşam içinde edindikleri tecrübelerle kültürü oluşturduklarıdır. Her ne kadar da gelenek, görenek, adetlerden söz edilerek kültürü tanımlasak da kültürel antropologların bize sürekli hatırlattığı şey, kültürün her zaman için esnek, değişime cevap veren ve şartlara göre oluşan bir yapısı olduğudur. Dışarıdan gelen herhangi bir grup insan olmaksızın değişen dünya ve ekonomik koşullar çerçevesinde ‘kadınların çalışma hayatında artış göstermesini boşanmaların sebebi’ olarak gösteren önceki nesiller kültürün dinamik ve değişken yapısının bir sembolüdür. Kıbrıslı bir kadın ‘bu kadınlar da en ufacık birşey çekemez oldu, kocası bir  kez aldatsa ya da kızıp bir tokat vursa hemen mahkemeye koşar ayrılmak ister. Halbuki eskiden kadın kesimi sabırlı olurdu, yuvasını yıkmazdı. Kadınlar çalışınca, elleri biraz para görünce değiştiler, kültürümüzü de değiştiriyorlar böyle böyle’ dediğinde ben yirmili yaşlarımın başında, feminist farındalıklarına yeni yeni uyanan bir genç kadındım. Kadının insan hakları temelinde yanlıştı söyledikleri. Kültürün değişmesi konusunda ise tamamen doğruydu tespiti. Kültürlerimiz algılayışlarımızla, insan hakları bakışımızla, farklı tecrübelerimizle değişmektedir. Değişmesi kaçınılmazdır. Cep telefonunuz, internetiniz, bedeninizi algılayışınız, sevgiyle tanışmanız, şiddetle tanışmanız, herşey önce size sonra da içinde yaşadığınız kültüre bir etkide bulunmakta ve değişimler getirmektedir. Çoğu zaman konuştuğumuz şey kültürün bozulması değil ‘değişmesi’dir aslında. ‘Kültürünüzün değişmemesini’ istiyorsanız yapabileceğiniz tek şey nefes almayı bırakmaktır. Okumamanız, televizyon izlememeniz, seyahate gitmemeniz, yeni çıkan marka arabaları satın almamanız, radyo dinlememeniz, yeni işe başlamış birisiyle sohbet etmemeniz, yeni anne ya da baba olmuş birisiyle sosyalleşmemeniz, haber, müzik dinlememeniz, yeni iş sahalarının açılmasına, yeni icatların ülkenize girmesine izin vermemeniz gerekmektedir. Bunları durduramadığınız sürece kültürünüz beş, on, yirmi, kırk ya da atmış yıl önce hatırladığınız kültürünüz olmayacaktır.

Kültürel yozlaşma veya bozulma diye birşey yok mudur o zaman? Mutaka vardır. Ama mahallenize Çin lokantası ya da dürümcü açıldığında, Afrika’nın renkli elbiseleri ya da başörtülü kıyafetlerle sokakta gezenler, anlamadığınız bir dili konuşarak yanınızdan geçenler, özgürce kahkaha atmaktan çekinmeyen kadınlar kültürünüzü ‘bozan’ ögeler değildir. Sizden farklı olanların sizlerle birlikte varolması, sizden farklı yaşam biçimlerini benimsemesi sizin kültürünüzü bozmamaktadır. Bu sadece toplumsal gruplarınızın ve katmanlarınızın arttığı ve içinde yaşadığınız ülkedeki kültürel ifadelerin arttığına işarettir, o kadar. Bunlardan etkilenişiniz illa ki onlar gibi giyinmek, onlar gibi ibadet etmek, onlar gibi konuşmak zorunluluğu demek değildir. Ben Türkçe dili yanında üç dil daha öğrensem bu benim Türkçemi ‘bozmayacaktır’. Benim ben olarak kendimi anlamlandırmamı, dünyada kendimi konumlandırmamı ve kendimi ifade etme biçimlerimi zenginleştirecektir. Türkçemin içine başka dillerden kelimeleri sadece beni daha iyi ifade ettiğini düşünürsem katacağım. Kendimdeki ve çevremdeki çokkültürlülük beni korkutmayacak çünkü kendimden vazgeçmeden yeni dünyalara açılabileceğimin farkında olacağım.

Çok korkulan kültürel asimilasyon, farklı kültürel kimliklerin aynı alanda varolması ile ortaya çıkmamaktadır. Asimilasyon, devlet mekanizmalarının sizi bireyler olarak tanımlamayan şekillere girmeye mecbur etmesidir. Direnilecek nokta Afrikalıların renkli desenli kıyafetleri, ya da Müslümanlarn başörtüleriyle etrafta dolaşması değil, kimsenin size bunu bir ‘mecburiyet’ olarak empoze etmesine izin vermemektir. İnsan haklarını ihlal etmeyen yaşam biçimleri, ifadeler ve davranışların ‘etkileyip kandıracağından’ korkarak bu ifadelerin engellenmesi ‘kültürünüzü korumamakta’ kültürünüzü ‘toleranssız, adaletsiz ve haklara saygısız’ hale getirmektedir. Asimilasyon farklı insan gruplarının ülkenizde yaşaması ile değil, sistemli olarak devlet eliyle ancak mümkün olabilir. Bu ülkede çok da fazla Amerikalı yaşamadığı halde, Amerika’nın devlet mekanizması ve kapitalizmi en büyük asimilasyonu gerçekleştirmiştir. Hepimizle beraber çukurlu yollarda giden devlet eliyle zenginleştirilmiş adamlarımız neden smokinle klasik arabaların önünde poz verir ve neden Dallas  vari havuzların sayısında inkar edilemez bir artış olmuştur bu ülkede?   

Ben de kültürümüzün bozulmasından endişeliyim. Ama farklı sınıflardan, ülkelerden, değer sistemlerinden insanların bizimle yaşamasından değil rahatsızlığım. Bu ülkeden başbakanlıkta çalışan şoförün evine yemeğe gittiğini bildiğim başbakandan sonra burada sınıflı bir toplum yaratılmasından ve yaratılan sınıf sisteminden rahatsız olmak yerine daha altta gördüklerimizi beyenmeyenlerimizin kültürümüzü bozmasından rahatsızım. Kıbrıslıların  balkonlarında kebap çevirirken, devlet ‘adamlarının’ yemekleri başlamadan çok önce, taa ki yemekleri bitinceye dek saatlerce sokağa dikilen Türkiye’den askerliğini yapmak için buralara sürüklenen ‘inzibat’a bir tabak kebap hazırlayıp, ‘devlet büyüklerince’ görünmeyecek şekilde elektrik direğinin arkasına yerleştirdiğimiz insaniyetimizi unutarak, kültürümüzü bozarak, buraya getirilen gariban ere düşmanlık ve nefretle sokakta davrananlardan rahatsızım.

Rumlarla ilişkilerimizi bizlere çoccukken analtırken ‘her toplumun iyileri kötüleri vardır, bizler de çok yanlışlar yaptık, onlar da. Onlarınki gibi kendi hatalarımızı da görmeliyiz’ diyebilen insanlarken, şimdi Karpaz’ın doğası mahvedilirken ‘Karpazlılar biraz para kokusu aldı, uzun vadeli çıkarlarını göremiyorlar’ diyenlerin, 2000lerin başında yeşil Girne’nin her yanı kazılıp bina inşa edilirken, Lefkoşa’nın tarihi binaları yıkılıp yerine apartmanlar dikilirken ve Girneliler ve Lefkoşalılar, ucuza apartman katı, yıkılan tarihi binalar yerine üç apartman dairesi karşılık alırken ‘biz Girne’de Lefkoşa’da nasıl doğayı koruma ya da çok istediğimiz anlaşmanın önüne çekilen bir engel olarak göremediysek inşaat patlamasını aynı şey yeniden oluyor’ demeden, Karpazlıları ekonomik düşünmekten, kendi çıkarını bilmemekten suçlayanların bozduğu kültürüme üzülüyorum.

Öğretmenler öğrencilerini kulağından tutup diskodan çıkarırdı, sigara içerlerse aileleri ile toplantı yaparlardı ben çocukken. Şimdi ‘çukur doğurdu hadi pasta keselim’ ya da ‘toplumsal varoluş’ eylemi yaparken, onların yüz metre ötesinde okul saati, okuldan kaçmış sokakta oturabilen öğrencilerin olabildiği ve bunu kimsenin sorun etmediği bir kültürel yozlaşmadan rahatsızım. Memleketteki çukuru  dert etmesi normal kabul edilen öğretmen sendikasının okula gönderilmeyen çocukları dert etmesini bekleyenlerin ‘haksızlık’ yaptığını düşünenleri de ‘Kıbrıslılar komşusu açken tok olmaya katlanamaz, paylaşır, yol soranı alır kendi eliyle götürür’ söylemini bozmalarından rahatsızım.

‘Biz saf ve temiziz, içimizde hiç kötülük yoktur, ak pakız’ diyen  üstüne de kıymeti kendinden menkul ‘sol’ yaftasını yapıştıran hekim sendikasını çok önceden farkında olması gereken insan hakları, insana saygı ve ‘nefret söylemi’ konusunda uyardığımızda ‘evet bu yanlıştı, özür diliyoruz’ demek yerine, kimliksizlik ve tanınmamışlıktan şikayet ederken buradaki korsan ve sorumsuz yapıdan yararlanarak pişkin şekilde ‘engelliler vatandaş olmayacak, bu da beni ırkçı yaparsa ırkçıyım’ diyerek bu ülkedeki insanlara ‘ırkçılığın meşru zemini vardır’ mesajını gönderenlerden ve kültürümü kirletenlerden rahatsızım.

Küfürlü konuşmanın on yıllardır yerleşik olduğu bir ülkede küfürden hoşlanmayan birinin bunu ‘bozulan kültürümüze’ dayandırmasından,  sorunların hepsini kendi dışında aramasından rahatsızım. Çocuklarını tavernalarda yüzlerine sigara üfleyerek masalarda dans ettirenlerin, uyuşturucu ve alkol bağımlılığı konuşulurken bunu ‘kültürümüzü bozanlara’ atfetmesinden de rahatsızım. Bu ülkede hala kızlara ‘bekaret’ baskısı erkeklere de ‘sekste tecrübeli’ olma (her ne demekse) baskısı varken ve hala genç erkeklerin ilk cinsel tecübelerini burada seks kölesi olarak çalıştıranlarla yaşaması ‘adetken’, kadına karşı şiddetin, saygısızlığın, kadını bir eşya gibi görmenin ‘geri kalmış ötekilerde’ olan bir sorun olduğunu söyleyebilenlerimizin olmasından, ‘kadın ve erkek arasında uygulamada hiçbir eşitsizlik yoktur’ diyenlerin, bir kadının cenazesinin kadınlarca kaldırılmasına bile tahammülsüzlüğünden ve kültürümüzün değişmesi gereken noktalarına karşı yaşadığı duyarsızlıktan rahatsızım. Kerhanelerin sayılarının ve insanlık dışı yaklaşımlarının artmasının bir sonucu olarak her gün kadınların öldürülmesinin sebebini gelen asker ve öğrencilerin ‘kültürümüzü bozmasına’ indirgeyenlerden de ayrıca rahatsızım.

Kültürümüzü bozmamak için, farklılıkları kucaklamamız, kolonist ülkenin elitleri önünde düğme iliklemememiz ve iliklenmiş düğmelerimizle o ükeden gelen işçilerden, öğrencilerden, çocuklardan ve engellilerden intikamımızı almamamız gerekmektedir. Külütürümüzü bozmamak için, sosyal sorunlarımızın hepsinin ‘dışarıdan’ geldiğini iddia etmememiz gerekmektedir. Bir ülkeye kimse bağımsızlık ‘vermez’. Bağımsızlıklar kazanılır. ‘Burdan çek git’ pankart solculuğu da bu bağımsızlığın yolunu açmaz, sizi sistemi kabullenebilme noktasında deşarj eder o kadar. Bağımsızlığımızı almak için halk kitlelerine ırkçılıkla saldırmak yerine, bireylerin haklarına saygılı bir sistemin mücadelesini vermemiz gerekir. En dezavantajlı bireyin haklarının gerçekleşmesi ‘sistemin değişmesinden sonra’ gerçekleşmeyecek, tam tersine bizler en dezavantajlı bireylerin ve grupların hakları için mücadele verdiğimizde ancak bu sistem değişecektir.



[i] Sahte diplomalı ya da düşünce hırsızı insanlardan oluşmayan bilime önem veren soyoloji ve antropoloji bölümlerimiz olsaydı kültürü tartıştırabilirdik, belki yeni nesillerimiz kültürü anlamlandırabildikleri için bizim neslimizin insan haysiyetini yitirmiş söylemlerini ortadan kaldırırdı.