Wednesday, June 12, 2013

Oy Mu Vermeli, Denize Mi Gitmeli?


Toparlanıyoruz hareketi geçenlerde yayınladığı “Seçmene Yol Haritası”nda “Ülkeye yararlı aday varsa mühür vurmayın, karma oy verin! Ülkeye yararlı hiç aday yoksa sandığa gitmeyin, denize gidin!” mesajını verdi. Hem karma oy çağrısı hem de ‘oyunuzu hak eden aday yoksa, oy vermeyin, denize gidin’ önerisi partili çevrelerden büyük tepki aldı. Bu sistemin kökleşmesinde her biri ayrı ayrı rol oynamış olan partiler, halkın partiler üstü bir irade ortaya koymasını, ‘tik’lerin parti hiyerarşilerinin belirlediği aday listelerine meydan okumasını bir tehlike olarak görüyorlar. “Karma kullanırsanız oyunuzun değeri düşer,” “oy kullanmak vatandaşlık görevidir,” “karma oy patronaj sistemini güçlendirir” gibi söylemlerle de aslında halka verilen satırarası mesaj “sizin aklınız kesmez, bize bir mühür vurun yeter, bir sonraki seçime kadar da bişey sormayın”dır. Bugüne kadar hangi parti iktidara geldiğinde programına sadık kalmıştır ki “bireylere değil, parti programlarına oy verin” diyebiliyorlar? Geçtiğimiz yıldan itibaren bazı partilerin yaptıkları anayasa reformu çalışmalarının da (bkz. Anayasa İnsiyatifi) daha demokratik bir sistem için (!)  karma oy kullanma hakkının kaldırılmasını önerildiğini de hatırlatalım. Bundan sonra sandığa gitmeme hakkının da kaldırılmasına yönelik girişimler yapılırsa şaşırmayalım, hazırlıklı olalım. Peki ne yapmalı? Biraz bilimsel ve matematiksel bakmaya çalışalım.
Anthony Downs’un 1957’de yayınlanan “Demokrasinin Ekonomik Teorisi” kitabında ortaya koyduğu bazı önemli bulgulardan beri (“oy verme paradoksu”), siyaset bilimciler oy kullanmanın hangi durumlarda rasyonel olduğunu araştırmaya ve tartışmaya devam ediyorlor. Çok doğal ve rasyonel olarak, bireyler “oy vermem bana/topluma ne kazandıracak?” sorusunu sorarak karar veriyorlar oy kullanıp kullanmamaya. Riker ve Ordeshook’un 1968’te ortaya koyduğu bir denklem üzerinden incelemeye çalışalım. Oy vermenin bize/topluma getireceğini umduğumuz faydaya F diyelim:
F = p * K + B – M
K, bizim oy verdiğimiz adayların/partinin kazanması durumunda ortaya çıkacağını düşündüğümüz sonuca bizim biçtiğimiz değeri simgeliyor. B, bize sadece oy kullanmış olmaktan (adayın/partinin kaybedip kazanması fark etmez) gelecek faydayı temsil ediyor; bu oy hakkını kullanmanın bize vereceği psikolojik rahatlığa verdiğimiz veya sandıkta kimin oy vermeye geldiğini takip edenler varsa onlardan gelecek olumlu yaptırımlara biçtiğimiz değer olabilir. M, oy kullanmanın sebep olduğu maliyeti temsil eder; bilinçli bir seçmen olabilmek için harcadığımız zaman (adayları/partileri tanımak için), seçmen olarak kaydolmak için veya oy vermek için harcadığımız kaynaklar (para, zaman, vb.) ve adayları tanımak/kaydolmak/oy vermek için harcadığımız zamanda aslında yapabileceğimiz alternatif şeylere (çocuğumuzla vakit geçirme, denize gitme, çalışıp para kazanma, vb.) atfettiğimiz değerdir. p ise, bizim vereceğimiz oyun o aday(lar)ın/partinin seçilmesinde kritik bir rol oynaması olasılığıdır, yani o aday(lar)ın veya partinin seçilip seçilmemesinin 1 oya mal olması ve bunun da bizim oyumuz olacağı olasılığıdır.
p’yi, yani bizim 1 oyumuzun belirleyici olabileceği olasılığını, 10 milyonda 1 gibi gibi hesaplamış Amerikan akademisyenler. Bu tabii ki bizim gibi küçük toplumlarda biraz daha büyük bir oran olacaktır, ama yine de oy vermeye giderken bize bir yıldırımın veya arabanın çarpmasıyla yakın bir olasılık olduğunu söyleyebiliriz. Z’nin, yani oy vermenin bize yarattığı maliyetin, yine birçok diğer ülkeyle karşılaştırıldığında bizim için daha düşük olduğu kesin. Genelde oy vermek için gittiğimiz mekanlar evlerimize çok uzak değildir, çok uzun saatler sandıkta sıra beklememiz gerekmez, vb. Oysa Amerika gibi seçimlerin haftaiçi  yapıldığı ve çok kalabalık sandıklarda saatlerce sıra beklenmesi gereken bir yerde özellikle emekçi olan insanların oy kullanma maliyeti oldukça yüksek olur; seçmen olarak kaydolmanın zaman ve para (örn. taşıma, işten feragat edilecek zaman gibi)  gerektirdiği yerlerde de bu maliyet yükselir.
KKTC özelinde genel olarak denklemimize bakacak olursak, p’nin çok düşük olduğunu (yani aslında birey olarak seçimleri etkileme olasılığımız pek yüksek değil) ama diğer yandan oy kullanma maliyetinin (M) de çok yüksek olmadığını söyleyebiliriz (özellikle şimdi sosyal medya ve bu konuda emek veren sivil toplum aktivistlerinin de katkılarıyla adaylar ve partiler hakkında güvenilir bilgi edinmenin yüksek maliyetli olmadığını varsayarsak). Geriye kalıyor sırf oy kullanmış olmaktan dolayı hissedeceğimiz/elde edeceğimiz bireysel fayda (B) ve bizim desteklediğimiz aday(lar)ın/partinin kazanmasının yaratacağını umduğumuz fayda/değer (K). Sırf oy hakkını kullanmış olmaya herkesin ne kadar bir psikolojik/duygusal değer biçeceği tabi ki bireysel bir soru. Siyasi partiler bunu bir vatandaşlık görevi olarak yansıtarak bireyleri sandığa gitmeye teşvik etmeye çalışıyorlar. Ancak bu bir görev değildir, haktır. Eğer adaylar veya partiler size iktidara veya meclise geldiklerinde ne yapacaklarıyla ilgili bir güven verememişse, oy kullannmak kadar sandığa gitmemek veya gidip de oyunuzu yakmak da bir hak ve irade göstergesidir.
Gelelim K’ye, bizim oy verdiğimiz aday(lar)ın/partinin kazanması durumunda yaratmasını beklediğimiz değişime biçtiğimiz değer. Eğer sadece Kıbrıs Sorunu üzerinden oy veriyorsak, bu değeri rasyonel seçmenler olarak çok düşük tutmamız lazım. Çünkü bizim arzuladığınız çözümü destekleyecek aday(lar)/parti seçilse bile, bu aday(lar)ın/partinin o çözümü tek başına gerçekleştirmesi mümkün değildir. Kıbrıs’ın güneyinde yaşayan toplum ne diyecek? Uluslararası aktörler ne diyecek? Türkiye hükümeti ne hükmedecek? Kısacası, bireyler sırf Kıbrıs sorunu üzerinde oy veriyorlarsa (ki özellikle “sol” partiler hep bunun üzerine oynadılar yıllardır), düşünebilen seçmenin verdiği oydan beklediği kazancın (K’nin) çok yüksek olmaması lazım; zira umdukları kazanç sadece oy verdikleri aday(lar)a/partiye değil, kendi etkileri ve kontrolleri dışında olan başka atkrölere bağlı olacaktır. Nitekim 2004 ve sonrasında bunu yaşadık. Bir diğer deyişle, siyasi partiler seçmenleri sandığa gitmeye teşvik etmek istiyorsa, bunun yolu “görevinizdir, gitmelisiniz!” demek değil, yerine getirebilecekleri sözler vermek ve verdikleri sözlerin güvenilebilir olduğunu halka ispatlamaktır. Tabii ki Kıbrıs sorunu gibi kendi etki alanlarının dışında tutamayacakları sözler vermenin alternatifi “ben sana iş/makam/mal/para vesaire vereceğim” gibi bireysel haksız kazanç sözleri vermek de olmamalı. Bunun önüne geçmenin de tek yolu iktidara kim gelirse gelsin yolsuzlukla haksız kazanç dağıtmalarına engel olacak yasal altyapı, denetleme ve cezalandırma mekanizmalarının oluşturulmasıdır.
Eğer seçmen olarak bu seçimlerden arzu ettiğimiz sistemsel bir değişimse, yani “ben yaptım olur” zihniyetinin işlemediği, yolsuzluğun tespit edilip cezalandırıldığı, siyasetçilerin halka zarar veren bireysel menfaatler üzerinden siyaset yapamadığı, kimsenin siyasi kimliği/dini/dili/kökeni/cinsiyeti/cinsel yönelimi/sosyo-ekonimik durumu ve engelliliği gibi farklılıklardan dolayı ayrımcılık yaşamasına izin vermeyen bir sistemse, bunu gerçekleştirme irade ve dirayeti olan aday(lar)a/partiye oy vermeliyiz. Bugüne kadar meclise girip çıkan siyasi partilerin hiçbirinin böyle bir irade ve dirayet göstermediğini söyleyebiliriz (ne muhalefette ne iktidardayken). Bu yüzden, böyle bir sistemsel değişim umuduyla oy kullanacak olanlar için en azından parti mühürü vurmanın rasyonel olmadığı kanaatindeyim. Kendi partisine rağmen böyle bir sistemin mücadelesini vereceğine dair güveninizi kazanmış adaylar varsa, o zaman sandığa gidip karma oy kullanmak rasyonel olabilir.
“Karma oy kullanırsanız, oyunuzun değeri düşer” söyleminin de tamamen yanlış ve halkı yanıltmaya, partilerin ve parti hiyerarşilerinin siyaset ve politika üzerinde kurmuş oldukları hegemonyayı korumaya yönelik olduğunu hatırlatalım. Diyelim ki 10 milletvekili çıkaracak bir bölgede oy kullanıyorsunuz. Herkes elinde 10 kartla sandığa girer gibi bir benzetme yapabiliriz. Mühür vurarak bu 10 kartın tümünü tek bir siyasi partiye yatırabilirsiniz. Karma oy kullandığınızda kartlarınız azalmaz; yine 10 kartınız vardır, güvendiğiniz adaylara “tik” atarak bu 10 kartı partiler ve bağımsızlar arasında dilediğiniz gibi bölebilirsiniz. Seçim sizin… Halkın önemli bir kesimi karma oy hakkını kullanacağı mesajını verebilirse, siyasi partilerin de aday listelerine güvenilir, yetkin kişileri yerleştirmekten başka çaresi kalmayacaktır bu oylardan faydalanabilmek için.

Ömür Yılmaz
12 Haziran 2013

Friday, June 7, 2013

Bu Halk Aptal Değil


Artık alışageldiğimiz siyasi kriz süreçlerinin bir tanesini daha geride bırakıp (?) yeni bir erken seçim sürecine girerken, Kıbrıs Türk toplumunu aşağılamaya yönelik “her halk hak ettiği gibi yönetilir” ve “başkası yapsın, ben hazıra gonayım toplumu” eleştirileri yine rağbette. Beni tanıyanlar, yazdıklarımı, söylediklerimi biraz olsun takip edenler bilirler, Kıbrıs Türk toplumunun (toplum vs. topluluk tartışmasına hiç girmiyorum) sözcülüğünü veya savunuculuğunu yapmak gibi hiçbir niyetim veya misyonum yok. Ancak bir siyaset bilimci gözüyle, öz-eleştiri seviyesini aşıp toplumun öğrenilmiş çaresizliğini pekiştiren öz-nefret boyutuna varan (ki bunlar uzun yıllardır içinde yaşanan militarizm, şiddet ve sömürge sisteminin doğal bir sonucudur) yaklaşımların karşısında birkaç laf etmeden duramadım.
Sosyal ikilem—bireysel düzeyde rasyonel olan davranışların kolektif olarak zararlı sonuçlar doğurabilmesi—ve bu ikilemi çözme yolları toplumsal hayatın her alanını etkileyen, ekonomi ve siyaset bilimini en azından son yüzyıldır oldukça meşgul eden bir mesele. Basit bir dille, bireysel ve kolektif çıkarlar arasındaki çatışma var bu sorunun kökünde; bireylerin farklı şekilde davranmaları durumunda hem toplam çıkar hem her aktörün bireysel çıkarı daha yüksek olabilecekken, var olan şartlarda rasyonel davranışın buna izin vermemesi.  (Daha teknik bir terminolojiyle, aktörlerin rasyonel hareketlerinden ortaya çıkan Nash dengesinin Pareto optimal olmaması durumu.) Bunun en yaygın kullanılan örneklerinden birisi Mahkumun İkilemi durumudur: İki çete üyesi tutuklanırlar ve ayrı sorgu odalarına alınırlar. Polisin asıl suçtan bu şahısları mahkum ettirmek için elinde yeterince delil yoktur. Birbirlerini ele vermezlerse ikisini de daha hafif bir suçtan yargılatabilecekler. İki mahkuma da ayrı ayrı “diğerini ele ver, sen serbest kal, yoksa 1 yıl yiyeceksin” diyorlar. Sadece bir mahkum ele verirse, o serbest kalacak, diğer mahkum büyük cezayı yiyecek. Mahkumların birbirleriyle iletişimi olmadığından, olsa bile neticede “benim alakam yok, o yaptı” diye ifade vermeyeceklerinin garantisi olmadığından (“güvenilir taahhüt” problemi), ikisi için de rasyonel davranış diğerini ele vermektir. Neticede hiçbiri diğerini ele vermese, hem iki mahkum ayrı ayrı hem de toplamda daha az ceza alacak olsalar bile, bireysel rasyonel davranış bu ortak çıkarın önüne geçmektedir. Böyle bir durumda “ama ortak çıkarı düşünsünler” diye salık vermek abesle iştigal etmekten başka birşey değildir çünkü karşı tarafın ele vermesi durumunda bir mahkumun sessiz kalması onun en büyük cezaya maruz kalmasına sebep olacaktır. Çözüm yok mudur? Vardır. “Oyun”un kurallarını değişip, dayanışmayı bireyler için rasyonel hale getirebilirsiniz. Bu senaryo bize uzak gibi gelse de aslında günlük ve toplumsal hayatımızda yaşadığımız birçok durumu temsil eden bir modeldir.
Kıbrıs Türk toplumunun çok eleştiriye maruz kaldığı bir konuda daha somut bir sosyal ikilem örneği verelim. Direnişçi İkilemi (Rebel’s Dilemma): Bir isyanın/direnişin başarılı olması genelde direnişçilerin sayısıyla doğru orantılı olsa da, direnişin parçası olmak bireysel düzeyde rasyonel değildir. Neden? Olası maliyeti, riskleri yüksektir. Direnişin konusuna ve yöntemine göre işsiz kalabilirsiniz, sürülebilirsiniz, tartaklanabilirsiniz, tutuklanabilirsiniz... Aynı sorundan müzdarip insanlar sessiz kalmayı, hatta sizi eleştirmeyi, suçlamayı seçerse büyük bir bedel ödeyeceğiniz kesin. Maliyetten daha da önemlisi, direniş başarılı olduğunda elde edilecek yararın kamu malı olması, yani direnişe katılanın da katılmayanın da aynı şekilde faydalanacak olmasıdır. Sokak aydınlatması, yollar, devlet sağlık ve eğitim sistemi gibi düşünün. Vergisini veren de vergi kaçıran da aynı şekilde faydalanabiliyor bu hizmetlerden; devlet mekanizmaları takip ve cezai uygulamalar getirerek geçebilir ancak bu rasyonel “beleşçilik” davranışının önüne. Demokrasi mücadelesi veren de vermeyen de, yolsuzlukla, haksızlıkla mücadele eden de etmeyen de aynı şekilde faydalanabilecektir mücadelenin sonuçlarından. 
Umut Özkaleli ile verdiğimiz temiz akademi mücadelesi, gelen (veya gelmeyen) tepkiler, ödediğimiz bedel ortada, o yüzden bu örneği daha fazla detaylandırmaya gerek görmüyorum (bilmeyenler google’dan araştırabilirler). Aylarca bok ve çöp içinde yüzen Lefkoşa’yı düşünün. Sağlık ve yaşam hakkını bu kadar yakından ihlal eden bir durumda bile kaç kişi düştü sokaklara? Hem sağlıklı yaşam haklarını hem belediye emekçilerinin haklarını savunmak için sokağa çıkan bir avuç insana polis müdahale ederken Lefkoşa halkı ne yaptı? Bazıları “bize rahatsızlık veriyorsunuz” diyerek arabalarından inip direnişçilere saldırdı. Aylardır sosyal haklarını, hatta maaşlarını alamayan belediye emekçilerini temsil eden sendika ne yaptı? “Uzatmaya gerek yok, geri çekilin” dedi başkan. Bağımsız örgütlenip oraya gelen halk direndi. Sol ideolojiyi temsil ettiğini iddia eden ana muhalefet partisi ne yaptı? Direnişi sahiplenemeyeceğini anlayınca, belediyedeki yolsuzlukların yıllardır sessiz ortağı olması eleştirilince, “benim önemli işlerim var, gitmem lazım” dedi başkan. 19 Temmuz KTHY direnişini düşünelim. Recep Tayyip Erdoğan’ın memleketi ziyaret ediyor oluşundan dolayı yoğun “güvenlik” önlemleri ve engellemeler olan bir günde, polisin şiddet kullanarak müdahale etme olasılığının yüksek olduğunu bile bile gitti oraya giden halk. Neticede yaralananlar oldu, tutuklananlar oldu. Sonra noldu? Bir avuç “örgütsüz” direnişçi “geri çekilmeyelim, direnelim, arkadaşlarımız yaralandı, tutuklandı” derken, sendikalar “bu kadar yeter, geri çekilin” emri verdi. Söndü gitti direniş. Sendikaların, “sol” partilerin torunlarına anlatacakları bir “kahramanlık” hikayesi kaldı geriye. E bu halk sizin sözünüzle yola çıkar mı bundan sonra? Neden çıksın? 2003 yılındaki kitlesel direnişin siyasi ranta dönüştürülmesine ve halkın yüzüstü bırakılmasına hiç girmiyorum bile.
Dönelim Direnişçi İkilemi’ne. Bilim diyor ki, halkın otoriteye (hele de silahlı otoriteye) karşı genelde direnememesi değil, zaman zaman nasıl direnebildiğidir açıklanması gereken. “Beleşçilik” (free-riding, “onlar mücadele etsin, ben nasıl olsa sonuçlarından faydalanacağım”) rasyonel bir davranıştır, buna alternatif geliştirmek ve direnmeyi bireyler için rasyonel hale getirmek düşünce ve hareket öncülerinin işidir. Gerçek bir demokrasi için bu ikilemin nasıl çözülebileceği üzerine kafa yormak elzemdir. Çünkü iktidara kim gelirse gelsin, bireysel düzeyde rasyonel olan davranışlar kolektif olarak zararlı sonuçlar doğurabileceğinden (devlet yapıları da belli bir toplum sözleşmesi çerçevesinde bu noktadan yola çıkararak kurulmuştur), halkın hesap soran ve gerektiğinde cezalandıran rolü oynayamadığı hiçbir sistem demokratik olamaz. İstediğiniz kadar seçim sistemi, parlementer/başkanlık sistemi tartışması yapın, hiçbir sistem, hiçbir siyasi parti veya kişi bundan muaf değildir. Peki nedir bu ikilemi çözme yolları? Halkın direnme olasılığını nasıl artırabiliriz?  
Mark Lichbach dört kategoriye ayırıyor çözüm yollarını: Ekonomik/piyasa, toplumsal, sözleşme ve hiyerarşi. Sırayla örnekleyelim. Sadece katılımcıların/üyelerin faydalanabileceği çıkarlar sunarak katılımı teşvik edebilirsiniz; sendikalar buna güzel bir örnektir ama sınırlı çıkar gruplarının tek başına gücünün yetmediği, kitlesel direniş gerektiren toplumsal meselelerde bunu uygulamak mümkün değildir. Katılım maliyetini düşürmek için de önlemler alabilirsiniz (seçimler için uçak kaldırırsınız, mitingler için otobüsleri doldurursunuz, vb.) ekonomik çözümler çerçevesinde. Toplumsal çözümler, “ortak anlayış” ve “ortak inanç” sistemlerine dayanır. Bir toplumda “ortak menfaat” inancı, diğerlerinin de sizin gibi dayanışma içinde hareket edeceğine ve yalnız bırakılmayacağınıza olan güven, direnişinizin daha sonra bireysel menfaatler için kötüye kullanılmayacağı inancı ne kadar yerleşmişse, direnişe katılma oranı o kadar yüksek olacaktır. Bunu artırmanın yolu, halkı “siz bireysel çıkar peşindesiniz, ortak menfaat için mücadele etmiyorsunuz!” diye aşağılamak değil, zaman zaman oluşan halk hareketlerini veya direnme iradesi gösteren “deli”leri yalnız ve yüzüstü bırakmamaktan geçer. (Daha teknik bir dille söylemek gerekirse, “tit for tat”: Bir kere delilik yapıp da sizinle dayanışanı bir kere yüzüstü bırakırsanız, bir sonraki adımda o da dayanışmayacaktır—Tekrarlamalı Mahkumun İkilemi). 
Bunu sözleşme çözümlerine de bağlayabiliriz. Halkı bir direnişe veya mücadeleye teşvik edenlerle halk arasında bir sözleşme oluşur, ille de yazılı olması gerekmez. Sözleşme tek taraflı ihlal edildiği anda artık geçerliliğini kaybeder. Halk da pılısını pırtısını toplar, evine döner, sağdan soldan tokat yediği bu adaletsiz sistemin içinde varolabilmenin gereği ne ise onu yapar, boyun eğer. Hiyerarşi çözümleri, liderlere ve formel örgütlenmelere dayanır. Karizmalarını, otoritelerini ve ellerindeki (veya “devrim olduğunda” vaad ettikleri) kaynakları kullanarak, bireylerin katılımını “teşvik” ederler. Örgütler doğru planlama ve taktiklerle, aralarında hiçbir formel koordinasyon olmayan gruplara oranla daha çok insan toplayabilir ve direnişin sürdürülebilirliğini sağlayabilirler. Bu liderlerin ve örgütlerin, direnişi kendi sınırlı menfaatleri veya siyasi rant için kullanma riski her zaman vardır; bu da gelecekte oluşması muhtemel kolektif hareketleri baltalayacaktır. Formel örgütlenmeler üstü veya bunlardan bağımsız halk hareketi oluşamaz mı? Daha zordur, daha çok zaman ve çaba gerektirir, ama bir kere oluştu mu da sindirmesi, siyasi rant için sağa sola çekilmesi daha zordur. Bugün Türkiye’de görüyoruz böyle bir anomik halk hareketini. Bir yandan otoriter kamu politikaları ve devlet yapısına karşı direnirken, diğer yandan hiçbir sınırlı çıkar grubunun veya siyasi güç odağının maşası haline gelmemeyi başardığı ölçüde etkili olacak bu direniş; gelecek her iktidara karşı halk iradesini ve demokrasiyi güçlendirerek sürdürülebilir bir halk menfaati sağlayacak.
Bahsettiğim bu sorun ve olası çözümler sadece halk direnişleri için değil, kolektif tüm hareketler, kamusal menfaatin ve kamusal mülkiyetin söz konusu olduğu her durumda geçerlidir (seçimler dahil). İnsanların bireysel iradelerini kullanıp, kendi belirledikleri kişisel öncelikler ve menfaatler doğrultusunda hareket etmesi aşağılanacak birşey değildir. Hatta, aile/örgüt/parti içindeki baskıcı iktidar ve vesayet ilişkilerinden (adını ister bütünlük, ister disiplin, ister demokratik merkeziyetçilik koyun, fark etmez) henüz kendini kurtaramamış olanlar için hedeflenmesi gereken bir durumdur. (Feminizm bunun için yargılama ve reçete vermeyi içermeyen etkin yöntemler geliştirmiştir, destek olabiliriz.) Eğer bireysel rasyonel davranışlar toplamda zararlı sonuçlar doğuruyorsa, bu bireylerden değil, sistemden kaynaklanan bir sorundur. Eğer bugüne kadar bu sistemi değiştirecek etkili bir halk direnişi oluşamadıysa veya bugüne kadar oluşan halk hareketleri hüsranla sonuçlandıysa, bu tabanla ilgili değil, muhalif düşünce ve hareket öncülerinin beceriksizliği veya kötü niyetiyle ilgili bir sorundur. Günü geldiğinde kendilerinden de hesap sorabilecek, siyasi zincirlerden ve menfaatlerden bağımsız halk iradesinden korkudur mesele.
Peki oy kullanmak rasyonel mi? Yoksa denize mi gitmeli? Bu yazıyı daha fazla uzatmayayım. Arkası yarın.

Ömür Yılmaz
7 Haziran 2013

Thursday, March 7, 2013

ÖZEL OLAN POLİTİKTİR! (ne demektir)


                                                                                                    Umut Ozkaleli         7.03.2013 
Feminist politikanın en önemli söylemlerinden birisidir ‘özel olan politiktir’. Çok önemli ve sık kullanılan tüm sözler gibi çok okunmadan, tartışılmadan , konuşulmadan kullanılması yanlış algıları ve pratikleri getrime riski taşıdığı için üzerinde durulması gerektiğine inanıyorum. Hatta sembolik günlerde bir araya gelip ‘görünür’ olmakla feminizmi duyurmaya çalışan feminist grupların (gereklidir ama yeterli değildir) sadece ve sadece ‘özel olan politiktir’ sözünden ne anladıklarını tartışmak için de bir araya gelmeleri gereklidir kanımca. Bu sözün ne demek olduğuyla ilgili çıkacak sentezlerin sistemi değiştirecek eylemliliklerde gerekli olan dayanışmaları ve koalisyonları getireceğine inanıyorum (kıbrısın kuzeyinde böyle bir eylemlilik üzerine henüz dayanışma yoktur-olma potansiyeli geliştirilmelidir).

Kadın hakları mücadelesinde ‘özel olanın politik’ olması söyleminin yaygınlık kazanmasının sebebi, kadınların yaşadıkları tüm hak ihallelerinin ‘hak’ ihlali olarak algılanmak yerine ‘özel mesele’ olarak görünmesiydi. Kadın vücut bütünlüğüne, zihinsel-psikolojik sağlığına saldıran kocası tarafından dayak yediğinde ‘bu aile melesidir, karı koca arasındaki meseleye karışılmaz’ denilerek kadınların çiğnenen hakları göz ardı ediliyor. Yasa koyucular, yargıçlar, polisler, sosyal hizmet uzmanları da bu egemen görüşle eğitildikleri ve uyguladıkları için de sistem kendini sürekli yeniden ve yeniden oluşturuyor. Benzer bir örnek kadınların sistematik olarak savaşlarda tecavüze uğramasıdır. 1990lı yıllarda Bosnalı kadınlar ve Rwandada Tutsi kadınaların uğradıkları sistemik tecavüze kadar da bu tecavüzler uluslararası kuruluşlar ve sistem tarafından ‘savaşın yan etkileri’ olarak görülüyor ve önemsizleştiriliyordu. Bu sistemler, içerisindeki bireylerin çabaları, karşı duruşları, kadın hikayelerini dünya kamuoyuna taşımaları, anlatılan hikayelerle tecavüzün soykırım amacı içerdiğini ortaya koymaları, kendi toplumlarından tecavüze uğradıkları için dışlanmalarını anlatmaları ile değişti. Kadınlara karşı tecavüzün savaşlarda sistemik olduğu, bir savaş stratejisi olduğu ve ‘savaş suçu’ olarak kabul edilmesi 20. Yüzyılın sonuna dek bekledi.

Kadınlar evde kocaları tarafından tecavüze uğradıklarında, zorla eve kapatıldıklarında, dayak yediklerinde, iş yerinde patronları tarafından tacize uğradıklarında, hak ettikleri pozisyonlara onlar yerine bir erkek getirildiğinde bu yaşadıkları tecrübelerin ‘bireysel, özel, konuşulmaması gerken tabu meseleler’ değil, bunların ataerkil sistem tarafından sistemik olarak yaratılan mağduriyetler olduğunu, bunların aşılması için bu konuların politik meseleler olarak algılanması gerektiğini ortaya koymak için feministler ‘özel olan politiktir’ söylemi altında ataerkil sisteme dikkat çektiler. Bu yaklaşım çok geniş çaplı bir yaklaşımdır, hukuku, yasaları, ekonomiyi, seçilme/atanma koşullarını ve en önemlisi sosyal normaları ve öğretileri eleştirir. Kadından ‘namuslu’ olmasını isteyen toplumsal kurgu, ‘dişi  kuyruk sallamazsa erkek gitmez’ telkininde bulunduğunda tecavüze uğrayan kadının ne giydiği, gece kaçta dışarıda olduğu, flört edip etmediği sorularını mahkemede de sorabilir. Uzun mücadelelerle bazı ülkelerde bu soruları sormanız artık ‘mağdura karşı önyargılı’ olduğunuzu ‘mağduru kendine işlenen suçtan sorumlu tuttuğunuzu’ gösterdiği için uygulamadan çıkarılmıştır. Ama bu algının uzantısı olarak özellikle cinsel suçlarda saldrırıya uğrayan kadınların özel hayatı mercek altına alınır, hakkında dedikodu yapılır ve ‘namusu’ sorgulanır. Kocası tarafından şiddet gören kadınların ‘adama ne yapmıştı acaba? Sebebi neydi acaba? Allah bilir ne dırdırcıdır da bu olmuştur’ şeklinde yaklaşılması da kadına karşı şiddeti önemsizleştiren, bir insan hakkı ihlalinden çıkararak ‘kişiler arası mesele ve anlaşmazlığa’ indirgeyen bir öğretinin sonucudur. Feministler bu sorunları ataerkil sistemin kadınlara yüklediği roller, toplum içinde kadınlara verilen alan ve tanımlanan haklar çerçevesinde ele almaktadır. Bir kadının evde uğradığı şiddet aslında aile, toplum, eğitim sistemi, politik ve ekonomik sistem ve yasalar  çerçevesinde kadınların toplumsal yaşamda ikincil pozisyonda tutulması ile alakalıdır. Aile içi şiddeti sonlandırmanın yolu, aslında bütün bu sistemsel ögelerin değişmesi mücadelesidir.  

Sanırım buraya kadar ülkemizdeki feministler de ‘özel olan politiktir’ ne demektir sorusunu üç aşağı beş yukarı bu çerçevede açıklarlar . Ancak özel olanın politik olmasının anlamı bu genel tanımlama ile sınırlı değildir ve önemli başka noktaları da değerlendirme içine alınmadığı müddetçe praksis (kuramlarımızı pratiğimizle birleştirdiğimiz o muhteşem nokta) sıkıntılı bir çıkmazda kalacak ve feminist hareketin yapmakla yükümlü olduğu değişimleri yavaşlatacaktır.

Kadınların ya da marjinalize edilen, azınlıkta bırakılan birey ve grupların yaşadıkları hak ihlallerini, dışlamaları, ayrımcılıkları anlamanın yolu onların tecrübelerini ortaya koyabilecekleri yaklaşımları benimsemektir. Kadınların ‘sesi’ sadece kalıplaşmış sloganlar kullanmak değildir. ‘Görünmeye emek sesini yükselt’ sloganı doğru bir slogandır ama ‘ev kadınlığının’ nasıl değersizleştirildiğini kalabalıklara anlatmakta yeterli değildir. Dahası, uygulamada pek çok dışarıda çalışan feministin ev kadınlaryla ve ev kadını feministlerle ortaklaşmasını, bağ kurabilmesini zorlaştıran bir slogana dönüşebilmektedir.

Görünmeyen emeğin kendi bildiği yöntemlerini yeterince ‘politik’ bulmazsak ve ‘bu kişisel bir mesele değil, politik bir meseledir’ dersek en başından bu emeğin kendi sesini nasıl yükseltmesini bekleyebiliriz?  Görünmeyen emek bize bizim anladığımız yaklaşımlarla anlatmayacaktır ezilmişliğini. Kendi tecrübelerinden hareket edecektir. Ezlimişlik meselesi anlatılırken ‘konudan saparak’ yemek tarifi verdiğinde ‘yükselen bir ses’ olarak görecek miyiz o sesi? Bize politik söylemlerimiz ekseninde çok da ‘doğru yada çekici’ gelmeyebilen anlatılarla karşılaştığımızda ne yapacağız? Önce biz onlara feminist terminolojiyi ve bakış açısını öğreteceğiz onlar da seslerini mi yükseltecek? Genellikle uygulamamız budur ama bu ‘görünmeyen emeğin’ sesi midir yoksa bizim onlara ‘verdiğimiz’ ses midir? Erkeklerin bize ‘verdiği’ sesten ve haklardan ne kadar farklıdır o zaman o ses?

Tecrübelere çok da bağlamadan ya da onların saatlerce kendilerini anlatmasına izin vermeden sıralara oturtarak ‘doğru’ politik terminolojiyi veriyoruz kadınlara. Bir seferinde bana bir feministin ‘tamam, özel olan politiktir dedik,  kişilerin kendi hayatlarından örnek vermesine ortam yarattık, kadının biri yarım saat bizi psikolog gibi kullanarak içini döktü,  politik noktaya gelemedik, bunun bir sitem sorunu olduğunu analatamadık, kadının hayatının detaylarında boğulduk’ dediğini hatırlıyorum mesela. Halbuki kadınları sıralara yerleştirdiğizde ve ‘doğru terminolojiyi ve bakış açısını’ vermeye kalktığımızda ulaşabildiğimiz kadın sayısı azalmaktadır. O yüzden ülkemizde ve feminizmi ilköğretim içinde yapılandıramamış pek çok ülkede feminist hareket tabandan kopuk ve formal eğitimi en az lisans düzeyinde olan kadınların ‘görünür’ oldukları bir zümre hareketi olarak kalıyor.

‘Özel olan politiktir’, bireylerin başına gelmiş olaylardan, yaşadıkları tecrübelerden konuyu çıkararak sadece sistemsel bir sorun olarak konuşmanın sloganı haline getirildiğinde aslında feminizmin epistemolojik yaklaşımından hareket etmemektedir. Feminist epistemoloji, ‘bilgiye ulaşacağınız’ en önemli mahreçlerden birinin insan tecrübesi oluduğuna vurgu yapar. Siz bireylerin tecrübelerini sustururarak, ‘senin kişisel meselenin ötesinde politik ve sistemsel bir sorunla karşı karşıyayız’ dediğinizde, ataerkil biçimde liberal ve ataerkil biçimde sosyalist olanların bilgiye ulaşma biçimini içselleştiriyorsunuz demektir. Yani özel olan politiktir  ‘özel bizi ilgilendirmez bunu politikleştirelim’ formatına bürünmekte, giderek özel ya da kişisel alan olarak algılanan alanlarda yaşanan hak ihlalleri ve ayırmcılıkları susturmanın aracı haline gelmektedir. Ataerkil söylem öylesine güçlüdür, öylesine esnektir ki, ‘özel olan politiktir’ söylemini ‘bunu kişiselleştirmeyelim’ söylemiyle birleştirerek yine ayrımcılık yaptığı gruptakilerin hak ihlallerinin konuşulmadığı, ya da güçlülerin yaptığı hak ihlallerinin üzerine gidilmeyen bir duruşu beslemektedir. Birinin kişisel meselesini saatlerce dinlememek ve bunu politikleştirmek yaklaşımı yerine, bizlere aktarılan tecrübelerin ortaklaştığı noktaları ya da sistemden kaynaklı uzantıları arasında bağlantıyı kurabilecek kapasitelerimizi arttırmamız gerekmektedir. Kişilerin bizi psikologları gibi kullanmak yerine feminist mücadelenin parçası olabilmelerinin yolu onların hikayelerinde hayat bulan seslerini bastırmaktan geçmez. Onların seslerini hangi etkin şekillerde hem bireyler hem toplum nezdinde ilişkilendirebileceğimizi formüle etmemiz gerekmektedir. Bunu nasıl yapacağımızın sorumluluğu politik olarak kendine feminist diyen kişi ve gruplardadır. ‘Ben denedim ama olmadı, o yüzden kişisel meseleden çıkaralım’, ya da ‘ben kendimle iligli konuşamam o yüzden kimse konuşmasın sonra herkes benden de bekler’ deme lüksümüz yoktur. Feminizmin söylemlerine aşina olmak demek gündelik yaşamdaki tecrübelerin bağlantısını otomoatik olarak kurabilediğimizin garantisini vermemektedir. Bu bağlantıları kurabilmek de bir mücadele alanıdır. Hem kendi tecrübelerimiz hem de bizimkilerden çok farklı tecrüblerin ancak kolektif olarak ortaya çıkardığı ortaklaşmaları politikleştirebiliriz.

Tecrübelerini aktaran bireye ‘senin kişisel meseleni çok uzun uzadıya dinlememize gerek yok, bu sadece senin meselen değil, hepimizin meseledir, hepimiz kadınız ve eşitiz bu noktada’ dersek bir dizi sorunlu yaklaşımı benimsemiş oluruz. En birincisi ontolojik olarak tek bir ‘kadın’ var olduğunu düşünen ve tüm kadınları cinsiyetleri ekseninde ‘aynı’ gören bir yanılsamaya düşeriz (essentialist yaklaşmış oluruz). Bu yanılsama, tecrübelerine çok da önem vermeden ‘nasıl olsa hepimiz kadınız hepimiz biliyoruz’ diyerek bireylerin kendi özgün varolma biçimlerini, kimliklerini, ötekileştirilişlerini ve dahası kendi özgün mücadele biçimlerini görememize engel olur. Erkeklerin ‘insan hakları’ oluşturdukları süreçlerde ‘kadın erkek fark etmez, insan hakkından konuşunca sizi de içine alacak’ dedikleri süreçlerde öğrendiğimiz şey evde dayak, cinsel taciz ve tecavüzle karşılaşma oranı kadınlara göre çok daha düşük olan erkeklerin bu hak ihlallerine uzanacak yasaları yapmadıkları ve kadınların yaşadıklarını bir hak ihlali değil ‘özel’ mesele görmesidir. Benzer şekilde, kendi tecrübelerini sırf kadın oldukları için başka kadınlarınkiyle aynı görenler de farklı kimliklerdeki kadınların tecrübelerine arkasını dönebilir ya da önemsizleştirip görünmez kılabilir. Örneklendirebiliriz. Feminist duruşu olan, sesi olan kadın imajı ile toplumuda yaşarken, hepimiz diğer kadınlar gibi kurtulma mücadelesindeyiz ve biz de diğer kadınlar gibi cinsel tacize uğrama tehlikesiyle karşı karşıyayız. Risk noktasında durumumuz benzeşse de ‘sesi olan ve sesi olamayan’ olarak algılanan kadınlar arasında toplumun bizi algılaması farklı olabilir. Bize yönelik algı farklılaştığı anda tecrübe edişlerimiz de farklılaşabilir.  Ya da bizler, feministler olarak muftelif sebeplerle tacize uğrasak da bunu konuşamayabiliriz. Konuşamadığımız anda, konuşan ve kendini mercek altına koyacak bir toplumun önüne çıkan kadınlarla aynı tecrübeyi yaşamadığımızı bilmek durumundayız. Çünkü toplum önüne çıkabilmek başka bir tecrübe dalgasını getirmiştir artık. O noktada feminist farkındalıklarımız ne durumda olursa olsun, toplum önünde bununla mücadele eden kişinin tecrübelerinden dünya kadar daha farkındalık yaşayacağız ve bununla barışık olmak durumundayız. ‘Ben feminist bir kadın olarak çıkamadım, bu beni daha mı az feminist yapar’ diye de düşünmeyeceğiz elbette. Farkındalıklarımız ve kapasitelerimiz birbirinden farklı olabilir, tıpkı kurtulmuşluklarımızın farklı farklı noktalarda zincirlenip farklı farklı noktalarda yeşerebileceği gibi. 

Siyasi partilerin içinde erkekler kadar, kadının kadına düşman olması, sadırması, kesmesi, kendinin ya da kocasının siyasi gücünü kullanarak başka kadınları siyaseten engellemesi, bir örgütün içinde bir kadının öbür kadının cinsel yaşamı ile ilgili dedikodu yapması sanırım örgütlü feministlerin varolduğunu bildiği gerçeklerdir. İşte tecrübelerin bastırılması ile ilgili bir başka örneği de bir başka feministten bu eksende dinledim. Bu tip yöntemlere başvuran bir kadının tutumuna maruz kaldığında bunu politik arenada mesele etmek isteyen, eleştirmek isteyen kişi, kendisine ‘bu kişisel meseleleri boşver, herkes senin onunla kavgan olarak algılayacak, sistem ve hiyerarşi sorunları ile ilgilenelim’ dendiğini anlatmıştı. Hiyerarşi sorunları ile mücadele hangi eksende verilecek peki? İnsanlara dokunmadan, ‘bunlar yaşanıyor ve bunlar oluyor’ demeden hiyerarşinin yarattığı yanlışları ve çarpıklıkları nasıl su yüzüne çıkaracağız? Bu örnekleme üzerine gidilmediği için ‘kadınları birbirine rakip hale getiren’ yakalşımın ataerkil yaklaşımların önemli taktiklerinden olduğunu konuşacak bir zeminimiz ve gereğimiz oldu mu mesela? Bunu konuşamadığımız için feministler için çok önemli olan ‘kızkardeşlik’ olgusunu tanıştırabildik mi bu toplumda? Bu kızkardeşlik kavramının eksikliğinin nasıl ataerkilliği içselleştiren kadınlar yarattığını irdeleyebildik mi? Bu sorun ‘kişisel bir mesele’ olarak çevremizdeki adamlar tarafından susturulduğu için bu kavramlarla birleştirecek bir tecrübe olarak açığa çıkmadığı için hayır konuşulmadı, sessizleştirildi, bastırıldı, sindirildi ve ataerkil sisteme karşı en büyük mücadele aracı olan kadın dayanışması tarihimizin o noktasında bir gereklilik olmasına rağmen irdelenemedi. Kadın dayanışmasının zaafiyetleri ükemizde feministlerin konuşamadığı bir noktada, karanlıktadır. O tecrübe ifade edilseydi, bu ülkeye ve feminist harekete bir katkı olabilirdi. Etik dışı davranan, kanunsuz davranan bireyler bunun hesabını vermeden, konumlarını korumaya devam ettikleri sürece hangi sistem sorununu ne boyutta düzeltebileceğiz ve ne kadar inandırıcı olacağız? Daha kendi örgütümüz içinde etik ve yasal zemini kuramazken içinde yaşadığımız sistemi değiştrimek konusunda kime söz verebileceğiz? Kadının kadına düşman edilmesinin ataerkil sistemin kendini devam ettirmek için kullandığı en büyük araç olduğunu örnekler üzerinden giderek, ama sistemsel açıklamalarla birleştirmeden kime anlatabiliriz?

Hak ihalalinin kişisel örenkleri sunulursa ve sistemsel soruna parmak basılırsa ancak toplum içinde insanlara dokunabiliriz. İnsani boyuttaki dokunuş ancak değişime alan yaratır. O yüzden Mustafa Diker öldüğünde onu ‘çocuk cinayetleri vardır ve bir an önce son bulmalıdır’ talebinizin bir umut sembolü yaparsınız. Mustafa Diker’in adını andığımızda ‘kişi üstünden konuşmayın bu meseleyi’ demeniz ne kadar anlamsız, saçma ve yersizse, sistemsel sorunların uzantısı olan kişilere yapılan hak ihlallerini bastırmanız da bir o kadar yersiz ve yanıltıcıdır. Şiddetin, bezdirmenin, sindirmenin, susturmanın, engelin, ayrımcılığın özelde ya da kamusal alanda var olan her biçimi politik meseledir ve örenklemeler üzerinden konuşulmak zorundadır. Aksi halde havadan konuşmalarla değişim gereğini ortaya koyamayız, insanları değişime ikna edemeyiz. Dahası böyle bir hak ihali olduğunu bilemeyiz bile. İngilizcede ‘date rape’ olarak adı konulan ‘flört tecavüzü’ hala bizim dilimizde ve kanunlarımızda yoktur. Flört ettiğiniz, yemeğe çıktığınız birisinin sizi cinsel ilişkiye zorlaması kavramının var olduğunu ancak bu ‘kişisel’ durum gün ışığına çıkarıldığında bilebilirsiniz. Bunu yaşayan pek çok kadın bu tecrübelerin paylaşımının ortaya çıkardığı sonuçla bunun sadece kendi başlarına gelen bir şanssızlık olmadığını bilebilir.  Ayrımcılık ve şiddet içeren her tecrübeyi konuşmamız gerekmektedir. Bu tecrübeleri konuşma biçimimiz sebeplerin sistemsel boyutunu irdelediği, hangi şekillerde ortaya çıktığına eğildiği ve sistemsel çözüm önerilerini  içerdiği müddetçe susturulmaması ve bastırılmaması gerekmektedir.

‘Meseleyi kişiselleştirme’, ‘Bu kişisel meseleyi kamusal alana taşırsan herkes ‘karı kavgası’, ‘öfkeli kadın’ gibi algılayacaktır o yüzden yapma’ diyenlere feministlerin aslında gülümseyerek bu yaklaşımlarının ne anlama geldiğini anlatması gerekir. Çünkü bu yaklaşımları genellikle güç sahibi, ataerkil konumdan nasiplenen bireyler ve örgütler seçer. ‘Özel olan politiktir’ sözünü altını doldurarak kullanan hiçbir feminist ‘bunu kişiselleştirmeyelim’ demez, ya da ‘herkes bizi konuyu kişiselleştirmiş görecek, herkes bize öyle diyecek böyle diyecek’ diye endişe duymaz. Tam tersine bize kişisel olduğu öğretisi verilen pek çok davranışın kadın rollerimiz içerisine sıkıştırımış kalıplarla içinde yaşadığımız sistem tarafından verildiğini bildiğimiz için güleriz, bizi kişisel olmakla yargılamaya kalkanların farkındalığını arttırmak için çabalarız. Bizi kişiselleşmekle suçlayanların bizim hakkımızda ne dediği kaygılarımız arasında değildir, feministler olarak direndiğimiz birşeydir hakkımızda söylenenler. Bize ‘evde kalmış tatminsiz kadınlar, boşanmış erkek düşmanları’ gibi hakaretleri edenlere karşı direndiğimizden daha farklı bir direnme noktası da olmayacaktır bu.

Özel olan politik olduğu için, kişisel görünen her hak ihlali, her ayrımcılık, her şiddet konuşulursa ancak eşitlikçi bir dünya gelecektir. Kişsellesştirme diyenlere ataerkil öğretiyi içselleştirmediğimizi her seferinde direnerek ve dayanışarak göstermek zorunda olduğumuz için konuşan herkesin tecrübelerini kucaklamaya devam edeceğiz, bize de konuşabilmek için güç kaynağı olsunlar diye.

Thursday, January 31, 2013

KÜLTÜRÜMÜZÜ BOZANLAR

                                                                                    31.01.2013                               Umut Özkaleli
Son dört yıldır, basında, sosyal medyada sıkça duyduğum bir iddia ve kullanım var. ‘Türkiye’den buraya getirlen ‘taşıma’ nüfus kültürümüzü bozuyor’. Bu o kadar inanılarak yapılan bir iddiadır ki, KKTC’de UBP, sonrasında CTP ve şimdilerde yine UBP tarafından yapılan nüfus politikalarının eleştirisinin de merkezinde oturuyor. Yani, bu ülkede nüfus politikalarına karşı olmamızın en önemli sebebi bu gelenlerin ‘kültürümüzü bozmasıdır’.  Bir başka değişle buradaki sorunların hepsi gelenlerin kültürümüzü bozmasındandır.

Ben, bir birey ve bir sosyal bilimci olarak bu ülkede benimsenen nüfus ve vatandaşlık politikalarına karşıyım. Vatandaşlıkların verilme biçiminden ve sayısından rahatsızım. Ancak sebebim yukarıdaki son derece sorunlu ‘kültürel dokumuz bozuluyor’ söyleminden ötürü değil. Nüfus politikalarına karşıyım çünkü Kıbrıs’ın kuzeyi üretmeyen bir ülkedir ve bu üretimsizliğin yarattığı sayısız sosyo-ekonomik ve politik sorunlar mevcuttur. İşsizlik diz boyudur, devlet hastanelerinde yeterli doktor, cihaz, hemşire ve ilaç bulunmamaktadır. Nüfus artışını kaldırabilecek şekilde okul alt yapılarımız oluşturulmamıştır, binalar, öğretmenler yetersizdir. Okullarımız daha var olan çocuklarını tam gün okulda tutamazken, yemekhaneleri, sağlık merkezleri, ısıtma sistemli sınıfları, okumaya teşvik eden yeterlikte kütüphaneleri, bilimsel çalışmayı teşvik edecek fen labaratuvarları yokken öğrenci sayısını arttıracak şekilde nüfus sayısını arttırmak sosyo-ekonomik sorunlar doğurmaktadır. Bu ülkede koca şiddetinden kadınlar, baba şiddetinden çocuklar hayatını kaybetmektedir. Her durumda sosyal hizmetler dairesi ve polisle iletişime geçen mağdurlar devlet tarafından korunamamaktadır. Bu durum, vatandaşını koruyabilen, aile içi şiddete önlem alabilen bir devlet olmadığını ispatlarken, koruyamayacağımız insanları vatandaş yapmanın bu devletin harcı olmadığı ortadadır. 

Vatandaşlık vermek ya da ülkenizde çalışmasına olanak sağlamanız demek, kabul ettiğiniz her bireye en iyi şekilde eğitim, sağlık ve sosyal hizmeti sunabileceğinizi, ekonomik olarak kalkındırabileceğinizi söz vermeniz demektir. Vatandaşlıkların ve çalışma izinlerinin her ülkede belli kriterlere bağlanmasının sebebi de nüfüsun temel ihtiyaçlara dengeli ayarlanması gereğidir. Aslında yalnızca vatandaşlık ve göç değil, aile planlaması ve doğum oranlarının düşürülmesi ya da arttırılmasının teşviki de bu plan dahilinde hayata geçmektedir. Bizimkisi gibi tanınmayan, üretmeyen, ekonomik gücü olmayan, ekonomik olarak başka bir ülkeye bağlı olan bir devletleşme çabasındaki birimin vatandaşlık politikalarını sadece ve sadece iktidar hesapları için düzenlemesi hem hali hazırda burada yaşayanların hem de buraya giriş verilenlerin haklarını ciddi şekilde ihlal etmektedir.

Yukarıda okuduğunuz sebepler vatandaşlık politikalarına karşı olmanızın gerek ve yeter koşuludur. Bu sebepler vatandaşlar olarak sizi korumayı hedeflediği kadar, buraya siyasi çıkar uğruna getirilen insanları da korumayı hedeflemektedir. Yani vatandaş yapılanları buradaki söylemdeki gibi ‘kültürümüzü bozmakla’ suçlanmak yerine, var olmayan bir haklar zinciri söz verildikleri için aslında diğerleri gibi mağdur olarak tanımlamanız gerekmektedir. İnsanların bir ülkede yasal statüleri olmadan yaşamalarını ele alırken de ‘kültümüzü bozuyorlar’ üzerinden olaya bakmak ve söylem geliştirmek de haksız ve sorunludur.  Sorun ‘kültürünüzü bozmaları’ değil, yasal statüsüzlüklerinden ötürü sömürülmeye, insan haklarının ihlal edilmesine açık hale getirilmeleridir. Yasal statü vermediğimiz insanların çocuklarının okul hakkını savunmadığında ‘kültürümüzü koruduğunu’ sananlar, aynı insanların çöp grevlerinde devletin eliyle kullanılarak çöp toplattırıldıklarını gördüklerinde iki yönlü hak ihlallerini  görmelidirler. Hem grevi yapanların hakları yenmektedir, hem de yaşam kavgasında iş bulduğu için sevinen insanların aslında hiçbir temel insan hakkından yararlanamadan (sigorta, sağlık ve çocuklarına okul hakkı gibi) devlet tarafından ya da zengin kapitalistler tarafından sömürülmektedir. Yani ‘kültürünüzü bozanlar’ devletin ve sermayenin elitleridir ve buraya getirdikleri insanların emeğinin sömürülmesinden para kazanmaktdırlar.

Bu ülkenin maalesef en çok da ‘solcu’ elitleri ‘kültürün bozulması’ söylemi üzerinden kendi hakkını aramaya kalkmaktadır. Hak arayışı başkalarını rencide ederek ve onların yenen haklarına gözlerimizi kapatarak yapıldığında yeni haksızlıklardan başka birşey elde edilememektedir.

‘Kültürümüzü bozanlar’ söylemi kendi içinde sorunlu, insanın dünyaya ait insanlığını inkar eden, dünyaya ait içiçe geçmiş canlı ve yaşamsal bağlantılardan kopuk bir söylemdir. Bir insan grubunun başka insan grupları tarafından ‘bozulduğunu’ düşünmesi aslında kendine yüklediği mükemmelliğin, başkalarına tahammülsüzlüğün, insan olma temelindeki ortaklaşmanın tamamen göz ardı edildiği anın en üst noktasıdır. Ve doğrusu insan haysiyetini de ayaklar altına alan bir durumdur. İnsan haysiyetinizi başkaları size saldırdığında değil, siz onları insanlıklarından çıkarıp sizin ‘saflığınızı’ bozduklarını söylediğiniz anda yitiriyorsunuz (Ionna Kuçuradi’yi okumanızı tavsiye ederim). İnsani noktadan bu ‘kültürümü bozdular’ diyenlerin prevasızca, bir utanç hissetmeden bunu söyleyebilmesini hayretle, hüzünle, kederle karşılıyorum.

Ülkemizde kaanat önderi ‘sivil toplumcuların’ ya da gazetecilerin sıklıkla kullandıkları ‘kültür’  olgusunun biraz daha iyi anlaşılması gerekiyor. Kültür ne demektir sorusunu cevaplandırabildiğimizde   ‘Dağdan geldi  bağdakini kovdu’, ‘köyden indim şehire’, ‘dağdan inme’, gibi dışlayıcı, ötekileştirici sözlerin de azalacağı bir süreç görmemiz mümkün olacaktır.[i]

Kevin Avruch ve Peter Black gibi kültürel antropologların vurguladıkları ilk nokta, aslında tek bir sosyal grubun kültürün ‘otantik’ (orijinal) anlamlarına sahip olduğunu iddia etmesinin imkansız olduğudur. Çünkü kültür sadece geçmiş nesillerin yarattığı, öğrettiği ve aktardığı bir olgu değil aynı zamanda mevcut sosyal grupların da oluşturduğu ve yeniden varettiği bir olgudur. Yani kültürler dinamiktir ve farklı sosyal grupların olduğu kadar bireylerin olaylar ve olgular karşısında takındıkları tavır, kullandıkları tercihler ve yetilerini kullanma biçinleri (agency) de bir kültürü etkilemektedir. Kültürün üç özelliğine dikkatimizi çeken bu araştırmacılar toplumsal grupları da sadece etnik ya da milli gurplar olarak ayırmaz. Yani burada sıklıkla yapılan hata gibi bir ‘Kıbrıslılık’ original kültüründen bahsetmenizin önüne geçen çeşitli ögeler vardır. 

Bireylerin din algısı, ekonomik sınıfını, mesleği, cinsiyeti, cinsel yönelimi, cinsiyet kimliği, kırsalda mı şehirde mi yaşıyor olduğu onları değişik ve çoklu gruplara yerleştirir ve bütün bu gruplar da kendi içinde hem kültürel ögeler taşır hem de kültüre farklı katkılarda bulunur. Bu da içinde yaşanılan homojen gibi algılanan kültürleri bile aslında ‘çokkültürlü’ algılamamızı gerekli kılar. Üzerinde durulan bir başka özellik ise, aynı sosyal grubun içindeki insanların, mesela aynı cinsiyet, cinsel yönelim, ekonomik sınıf ve şehirden gelen bireylerin dahi kültürü farklı şekillerde algıladıkları, farklı şekilde yorumladıkları ve farklı çerçevelere oturttuklarıdır. Kültürün otantik olması iddiasının önüne geçen üçüncü özelliği ise insanların yaşam süreçleri içerisinde sosyal yaşam içinde edindikleri tecrübelerle kültürü oluşturduklarıdır. Her ne kadar da gelenek, görenek, adetlerden söz edilerek kültürü tanımlasak da kültürel antropologların bize sürekli hatırlattığı şey, kültürün her zaman için esnek, değişime cevap veren ve şartlara göre oluşan bir yapısı olduğudur. Dışarıdan gelen herhangi bir grup insan olmaksızın değişen dünya ve ekonomik koşullar çerçevesinde ‘kadınların çalışma hayatında artış göstermesini boşanmaların sebebi’ olarak gösteren önceki nesiller kültürün dinamik ve değişken yapısının bir sembolüdür. Kıbrıslı bir kadın ‘bu kadınlar da en ufacık birşey çekemez oldu, kocası bir  kez aldatsa ya da kızıp bir tokat vursa hemen mahkemeye koşar ayrılmak ister. Halbuki eskiden kadın kesimi sabırlı olurdu, yuvasını yıkmazdı. Kadınlar çalışınca, elleri biraz para görünce değiştiler, kültürümüzü de değiştiriyorlar böyle böyle’ dediğinde ben yirmili yaşlarımın başında, feminist farındalıklarına yeni yeni uyanan bir genç kadındım. Kadının insan hakları temelinde yanlıştı söyledikleri. Kültürün değişmesi konusunda ise tamamen doğruydu tespiti. Kültürlerimiz algılayışlarımızla, insan hakları bakışımızla, farklı tecrübelerimizle değişmektedir. Değişmesi kaçınılmazdır. Cep telefonunuz, internetiniz, bedeninizi algılayışınız, sevgiyle tanışmanız, şiddetle tanışmanız, herşey önce size sonra da içinde yaşadığınız kültüre bir etkide bulunmakta ve değişimler getirmektedir. Çoğu zaman konuştuğumuz şey kültürün bozulması değil ‘değişmesi’dir aslında. ‘Kültürünüzün değişmemesini’ istiyorsanız yapabileceğiniz tek şey nefes almayı bırakmaktır. Okumamanız, televizyon izlememeniz, seyahate gitmemeniz, yeni çıkan marka arabaları satın almamanız, radyo dinlememeniz, yeni işe başlamış birisiyle sohbet etmemeniz, yeni anne ya da baba olmuş birisiyle sosyalleşmemeniz, haber, müzik dinlememeniz, yeni iş sahalarının açılmasına, yeni icatların ülkenize girmesine izin vermemeniz gerekmektedir. Bunları durduramadığınız sürece kültürünüz beş, on, yirmi, kırk ya da atmış yıl önce hatırladığınız kültürünüz olmayacaktır.

Kültürel yozlaşma veya bozulma diye birşey yok mudur o zaman? Mutaka vardır. Ama mahallenize Çin lokantası ya da dürümcü açıldığında, Afrika’nın renkli elbiseleri ya da başörtülü kıyafetlerle sokakta gezenler, anlamadığınız bir dili konuşarak yanınızdan geçenler, özgürce kahkaha atmaktan çekinmeyen kadınlar kültürünüzü ‘bozan’ ögeler değildir. Sizden farklı olanların sizlerle birlikte varolması, sizden farklı yaşam biçimlerini benimsemesi sizin kültürünüzü bozmamaktadır. Bu sadece toplumsal gruplarınızın ve katmanlarınızın arttığı ve içinde yaşadığınız ülkedeki kültürel ifadelerin arttığına işarettir, o kadar. Bunlardan etkilenişiniz illa ki onlar gibi giyinmek, onlar gibi ibadet etmek, onlar gibi konuşmak zorunluluğu demek değildir. Ben Türkçe dili yanında üç dil daha öğrensem bu benim Türkçemi ‘bozmayacaktır’. Benim ben olarak kendimi anlamlandırmamı, dünyada kendimi konumlandırmamı ve kendimi ifade etme biçimlerimi zenginleştirecektir. Türkçemin içine başka dillerden kelimeleri sadece beni daha iyi ifade ettiğini düşünürsem katacağım. Kendimdeki ve çevremdeki çokkültürlülük beni korkutmayacak çünkü kendimden vazgeçmeden yeni dünyalara açılabileceğimin farkında olacağım.

Çok korkulan kültürel asimilasyon, farklı kültürel kimliklerin aynı alanda varolması ile ortaya çıkmamaktadır. Asimilasyon, devlet mekanizmalarının sizi bireyler olarak tanımlamayan şekillere girmeye mecbur etmesidir. Direnilecek nokta Afrikalıların renkli desenli kıyafetleri, ya da Müslümanlarn başörtüleriyle etrafta dolaşması değil, kimsenin size bunu bir ‘mecburiyet’ olarak empoze etmesine izin vermemektir. İnsan haklarını ihlal etmeyen yaşam biçimleri, ifadeler ve davranışların ‘etkileyip kandıracağından’ korkarak bu ifadelerin engellenmesi ‘kültürünüzü korumamakta’ kültürünüzü ‘toleranssız, adaletsiz ve haklara saygısız’ hale getirmektedir. Asimilasyon farklı insan gruplarının ülkenizde yaşaması ile değil, sistemli olarak devlet eliyle ancak mümkün olabilir. Bu ülkede çok da fazla Amerikalı yaşamadığı halde, Amerika’nın devlet mekanizması ve kapitalizmi en büyük asimilasyonu gerçekleştirmiştir. Hepimizle beraber çukurlu yollarda giden devlet eliyle zenginleştirilmiş adamlarımız neden smokinle klasik arabaların önünde poz verir ve neden Dallas  vari havuzların sayısında inkar edilemez bir artış olmuştur bu ülkede?   

Ben de kültürümüzün bozulmasından endişeliyim. Ama farklı sınıflardan, ülkelerden, değer sistemlerinden insanların bizimle yaşamasından değil rahatsızlığım. Bu ülkeden başbakanlıkta çalışan şoförün evine yemeğe gittiğini bildiğim başbakandan sonra burada sınıflı bir toplum yaratılmasından ve yaratılan sınıf sisteminden rahatsız olmak yerine daha altta gördüklerimizi beyenmeyenlerimizin kültürümüzü bozmasından rahatsızım. Kıbrıslıların  balkonlarında kebap çevirirken, devlet ‘adamlarının’ yemekleri başlamadan çok önce, taa ki yemekleri bitinceye dek saatlerce sokağa dikilen Türkiye’den askerliğini yapmak için buralara sürüklenen ‘inzibat’a bir tabak kebap hazırlayıp, ‘devlet büyüklerince’ görünmeyecek şekilde elektrik direğinin arkasına yerleştirdiğimiz insaniyetimizi unutarak, kültürümüzü bozarak, buraya getirilen gariban ere düşmanlık ve nefretle sokakta davrananlardan rahatsızım.

Rumlarla ilişkilerimizi bizlere çoccukken analtırken ‘her toplumun iyileri kötüleri vardır, bizler de çok yanlışlar yaptık, onlar da. Onlarınki gibi kendi hatalarımızı da görmeliyiz’ diyebilen insanlarken, şimdi Karpaz’ın doğası mahvedilirken ‘Karpazlılar biraz para kokusu aldı, uzun vadeli çıkarlarını göremiyorlar’ diyenlerin, 2000lerin başında yeşil Girne’nin her yanı kazılıp bina inşa edilirken, Lefkoşa’nın tarihi binaları yıkılıp yerine apartmanlar dikilirken ve Girneliler ve Lefkoşalılar, ucuza apartman katı, yıkılan tarihi binalar yerine üç apartman dairesi karşılık alırken ‘biz Girne’de Lefkoşa’da nasıl doğayı koruma ya da çok istediğimiz anlaşmanın önüne çekilen bir engel olarak göremediysek inşaat patlamasını aynı şey yeniden oluyor’ demeden, Karpazlıları ekonomik düşünmekten, kendi çıkarını bilmemekten suçlayanların bozduğu kültürüme üzülüyorum.

Öğretmenler öğrencilerini kulağından tutup diskodan çıkarırdı, sigara içerlerse aileleri ile toplantı yaparlardı ben çocukken. Şimdi ‘çukur doğurdu hadi pasta keselim’ ya da ‘toplumsal varoluş’ eylemi yaparken, onların yüz metre ötesinde okul saati, okuldan kaçmış sokakta oturabilen öğrencilerin olabildiği ve bunu kimsenin sorun etmediği bir kültürel yozlaşmadan rahatsızım. Memleketteki çukuru  dert etmesi normal kabul edilen öğretmen sendikasının okula gönderilmeyen çocukları dert etmesini bekleyenlerin ‘haksızlık’ yaptığını düşünenleri de ‘Kıbrıslılar komşusu açken tok olmaya katlanamaz, paylaşır, yol soranı alır kendi eliyle götürür’ söylemini bozmalarından rahatsızım.

‘Biz saf ve temiziz, içimizde hiç kötülük yoktur, ak pakız’ diyen  üstüne de kıymeti kendinden menkul ‘sol’ yaftasını yapıştıran hekim sendikasını çok önceden farkında olması gereken insan hakları, insana saygı ve ‘nefret söylemi’ konusunda uyardığımızda ‘evet bu yanlıştı, özür diliyoruz’ demek yerine, kimliksizlik ve tanınmamışlıktan şikayet ederken buradaki korsan ve sorumsuz yapıdan yararlanarak pişkin şekilde ‘engelliler vatandaş olmayacak, bu da beni ırkçı yaparsa ırkçıyım’ diyerek bu ülkedeki insanlara ‘ırkçılığın meşru zemini vardır’ mesajını gönderenlerden ve kültürümü kirletenlerden rahatsızım.

Küfürlü konuşmanın on yıllardır yerleşik olduğu bir ülkede küfürden hoşlanmayan birinin bunu ‘bozulan kültürümüze’ dayandırmasından,  sorunların hepsini kendi dışında aramasından rahatsızım. Çocuklarını tavernalarda yüzlerine sigara üfleyerek masalarda dans ettirenlerin, uyuşturucu ve alkol bağımlılığı konuşulurken bunu ‘kültürümüzü bozanlara’ atfetmesinden de rahatsızım. Bu ülkede hala kızlara ‘bekaret’ baskısı erkeklere de ‘sekste tecrübeli’ olma (her ne demekse) baskısı varken ve hala genç erkeklerin ilk cinsel tecübelerini burada seks kölesi olarak çalıştıranlarla yaşaması ‘adetken’, kadına karşı şiddetin, saygısızlığın, kadını bir eşya gibi görmenin ‘geri kalmış ötekilerde’ olan bir sorun olduğunu söyleyebilenlerimizin olmasından, ‘kadın ve erkek arasında uygulamada hiçbir eşitsizlik yoktur’ diyenlerin, bir kadının cenazesinin kadınlarca kaldırılmasına bile tahammülsüzlüğünden ve kültürümüzün değişmesi gereken noktalarına karşı yaşadığı duyarsızlıktan rahatsızım. Kerhanelerin sayılarının ve insanlık dışı yaklaşımlarının artmasının bir sonucu olarak her gün kadınların öldürülmesinin sebebini gelen asker ve öğrencilerin ‘kültürümüzü bozmasına’ indirgeyenlerden de ayrıca rahatsızım.

Kültürümüzü bozmamak için, farklılıkları kucaklamamız, kolonist ülkenin elitleri önünde düğme iliklemememiz ve iliklenmiş düğmelerimizle o ükeden gelen işçilerden, öğrencilerden, çocuklardan ve engellilerden intikamımızı almamamız gerekmektedir. Külütürümüzü bozmamak için, sosyal sorunlarımızın hepsinin ‘dışarıdan’ geldiğini iddia etmememiz gerekmektedir. Bir ülkeye kimse bağımsızlık ‘vermez’. Bağımsızlıklar kazanılır. ‘Burdan çek git’ pankart solculuğu da bu bağımsızlığın yolunu açmaz, sizi sistemi kabullenebilme noktasında deşarj eder o kadar. Bağımsızlığımızı almak için halk kitlelerine ırkçılıkla saldırmak yerine, bireylerin haklarına saygılı bir sistemin mücadelesini vermemiz gerekir. En dezavantajlı bireyin haklarının gerçekleşmesi ‘sistemin değişmesinden sonra’ gerçekleşmeyecek, tam tersine bizler en dezavantajlı bireylerin ve grupların hakları için mücadele verdiğimizde ancak bu sistem değişecektir.



[i] Sahte diplomalı ya da düşünce hırsızı insanlardan oluşmayan bilime önem veren soyoloji ve antropoloji bölümlerimiz olsaydı kültürü tartıştırabilirdik, belki yeni nesillerimiz kültürü anlamlandırabildikleri için bizim neslimizin insan haysiyetini yitirmiş söylemlerini ortadan kaldırırdı.

Saturday, December 15, 2012

Mağara, Mutlu Köleler ve "Deli"ler

Yeraltında büyükçe bir mağarada yaşıyor olduğumuzu düşünelim. Mağaranın bir duvarının hemen önünde zincirlere bağlanmış şekilde yaşıyor insanlar. Kafalarını arkaya döndürüp mağaranın gerisinde ne olup bittiğini, hatta yaşadıklarının dışarıya açılan kapısı olan bir mağara olduğunu görmeleri mümkün değil. Arkalarında, daha yukarıda, yanan bir ateş var. Ateşle kölelerin arasında mağaradan dışarıya açılan kapıya bağlanan bir platform. Dışarıdaki dünyada hayat devam ediyor ve bu platformu kullanarak girip çıkıyor insanlar, hayvanlar, araçlar vs. mağaraya. Kukla rölündedirler aslında. Mağarada yaşayan insanlar hayatları boyunca burda yaşamışlar, zincir altında. Mağaradan gelip geçenlerin sadece karşılarındaki duvara yansıyan gölgelerini görerek ve mağarada yankılanan seslerini duyarak. Onlar için “gerçek” bu gölgeler ve bu yankılar.

                                          Alıntı: http://www.beyng.com/RichardCapobiancoInterview.html
Bir gün mağara sakinlerinden birisi bir şekilde zincirlerinden kurtuluyor. Şans? Zeka? Fiziksel güç? Mağaradaki düzeni bozmaya çalışan başkalarının oyunu? O kadar da önemli değil. Yanan ateşi ve yukardaki platformdan geçen anlamlandıramadığı şeyleri görüyor ilk önce. Mağaradan çıktığında gözleri kamaşıyor, hiçbir şey göremiyor bir sure. Malum hiç güneş ışığı görmemiş, gözleri karmaşıyor, herşey karanlık, herşey anlamsız. Gözleri ışığa alıştıkça, renkleri ve detayları ile etrafındaki nesneleri görmeye başlıyor. Bir sure sonra anlıyor… Mağaradaki “gerçekler” gerçeklerin yansımasıymış, duyusal bir aldatmacaymış.
Heyecanla içeriye giriyor mağarada yaşayanlara gördüklerini, farkettiklerini anlatmak için. Güneş ışığından karanlığa girince bir süre hiçbirşey göremiyor, diğerlerinin konuşmalarını, tartışmalarını anlamlandıramıyor. Ama bir taraftan da anlatmaya çalışıyor: “Arkadaşlar bu gördükleriniz, duyduklarınız gerçek değil! Sadece gölge, yanıltmaca!” “Uuu bu gitti geldi, kör oldu, deli oldu, saçmalıyor!” diyor diğerleri…
Tabii ki bu hikayeyi ben uydurmadım. MÖ 427-347 yıllarında yaşamış Plato’nun Devlet eserinde yer alan, Socrates’in Glauton’a anlattığı Mağara Alegorisi bu. Hikayenin devamında farkeden ve diğerlerine farkettirmek için geri dönen kişinin yılmadan doğruları anlatmaya çalışmasını, meydanı gölgeler hakkında savaşarak güç mücadelesi veren yöneticilere bırakmaması gerektiğini öğütlüyor Socrates.
Bizim “yöneticiler” ve/veya asıl mağara tiyatrosunun yöneticileri (mağarada yönetici gibi görünenlerin okuyup anlayabildiklerinden şüpheliyim) Plato’yu iyi çalışmış olmalılar ki  gölgelerin ve yankıların arkasındaki gerçekleri söyleyenleri mağarada yaşatmamak için bayağı bir enerji ve kaynak harcıyorlar.
Peki neleri göremiyor mağara insanları biraz örnek verelim…
Dışarıdaki dünyada birilerinin etnik kökeninden, dilinden, dininden, doğduğu coğrafyadan dolayı sömürdüğü, ezdiği insanlar, çocuklar, anaları, babaları var örneğin. Göç ediyorlar, etmeye zorlanıyorlar, bu mağaradan geçiyor yolları. Bizim arkamızda yanan ateşin önündeki yoldan geçiyor bu çocuklar. Kimisi mendil satıyor, kimisi tartıyla sokakları geziyor, kimisi güvercin yakalıyor, kimisi kömür ocağında çalışıyor, kimisi de bakkaldan çukulata aşırtıyor bir öğün daha karnını doyurabilmek için. Kimisi evde ve okulda yediği dayağa dayanamayıp, sokakta yaşamaya başlıyor, bedenini satıyor bir süre sonra aç kalmamak, kışta çorapsız kalmamak için.
Mağara insanları ise karşılarındaki duvarda sadece dev gibi gölgelerini görüyor. “Bunlar kocaman! Bunlar bize tehdit!” diyorlar. İsim de veriyorlar bu çocuklara. İşgal. Düşman.
Bu sadece bir örnek. Benim için “gerçeği anlatamazsam, elimden birşey gelmezse çeker giderim” ehemmiyetinde bir örnek. Ama ne yazık ki tek değil. “Demokrasi”yi, “mücadele”yi, “akademi”yi, “tarih”i, “politika”yı, “sol”u, “özgürlük”ü hep gölgelerle tanımladı bugüne kadar bu toplum. Aksini anlatmaya çalışanlara da “Uuu bu gitti geldi, deli oldu, saçmalıyor!” diyor. İşinden ediyor, yaşam hakkını elinden alıyor. Bezdirmek, mağaradan göndermek için elinden geleni yapıyor. Bir zamanlar “milli bütünlüğü bozuyorsun” üzerinden dönüyordu hain suçlamaları, şimdi “solu bölüyorsun,” “sen örgütlülüğe” karşısın üzerinden. Sonuç aynı.
“Özgürlüğün en büyük düşmanı mutlu kölelerdir” demiş Maria von Ebner-Eschenbach. Sanki de bizim mağara için söylemiş. Yıllardır prangalar altında ama lüks arabalarıyla, havuzlu villalarıyla, çocuğunu mağaranın dışına gönderebilmekle (ama gerip dönüp ailenin yaşam tarzını devam ettirmesi, şirketi devralması, dışarıda gördüğü gerçekleri unutması şartıyla!) tatmin olmuş bir yığın insan.
Bu akşam televizyonda gördüm (gölgenin gölgesi). Yerli kanallardan birinde sokakta bir amcaya soruyorlar: “Erken seçim olursa ne yapacaksın?” “Bugüne kadar hep UBP’ye verdim ben, ama artık vermem, sandığa da gitmem artık. Hatta sakın gelmesinler, kapımın önünden bile geçmesinler!” Sebebi sorulunca, “bir işim düştü İrsen’e gittim, 3-4 defa gittim o yolu, saatlernan da bekledim, hani hiçbirşey olmadı!” diye açıklıyor.
Uzun bir süredir ilk defa ciddi bir güvensizlik var sisteme karşı halkta. Bu amcanın söylediğinden yola çıkarsak “doğru” sebeplerden olmayabilir bu güvensizlik, tatminsizlik, mutsuzluk. Ama yine de var. Mesele mağaranın dışını görmüş “deli”lerin farkındalıklarından doğan gücü var olan kölelik ve aldatma sistemini ele geçirmek için mi yoksa yok etmek için mi kullanacakları. “Deli”lerin çoğunluğu birinci yolu seçerse, geriye kalan “deli”ler ya kalıp neticede “topluma/sisteme zararlıdırlar” gerekçesiyle zindan içinde zindana hapsedilmeyi bekleyecekler, ya da bu mağaradan çekip gidecekler. Mutlu köleler esaretleriyle mutlu olmaya devam etsinler…

Dr. Ömür Yılmaz

Friday, December 7, 2012

Rantiye Devlet: Neden Demokratikleşemiyoruz?


Bir ülkede demokrasinin göstergesi ne seçimlerin hangi sıklıkla yapıldığı, ne siyasi partilerin çeşitliliği ve sayısı, ne de hükümete geçen siyasilerin hangi sıklıkla değiştiğidir. Örneğin, 32 yıl aynı Başkan/Cumhurbaşkanı hükmettikten sonra her 5 yılda bir Cumhurbaşkanı değişirsiniz ama demokratikleşmeden yana kayda değer hiçbir adım atmamış olabilirsiniz. Hükümet kuran siyasi partiler için de aynı şey geçerli. Çünkü her ne kadar da popüler kültür ve popülist siyaset demokrasi tartışmalarında temsiliyet kavramına dikkat çekse de (“demokrasi halkın/çoğunluğun temsil edildiği yönetim biçimidir,” “X parti sizi temsil etmiyor, haklarınızı savunmuyor, biz (Y parti) gelelim, biz sizi temsil edeceğiz,” vs.), demokraside en az temsiliyet kadar önemli bir diğer kavram hesap verebilirliktir.
Devlet, bireylerin belli bir toplum sözleşmesi çerçevesinde (Anayasa, yasalar) kurduğu bir yapı; hükümetler de yine bireylerin bu çerçevede görevlendirdiği, bu görev ve sorumluluklarını yerine getirebilmeleri için de sınırlı güç ve irade bahşettiği gruplardır. Demokrasinin seviye ve kalitesi açısından bu sözleşmenin içeriği büyük önem taşır. Örneğin, evrensel insan hakları, eşitlik ve sosyal adalet kavramlarıyla uyumlu mu? Ancak daha da önemli bir soru, halkın bu göreve getirdiği kişi veya gruplardan var olan sözleşmeye uygun davranıp davranmadıklarına dair ne derece hesap sorabildiğidir. Bir sözleşmenin sunduğu karşılıklı hak ve sorumluluklar ne olursa olsun, “güvenilir taahhüt” (credible commitment) ilkesinin gereklerini içermiyorsa hiçbir kıymeti yoktur. 
Çalışan ve işveren arasında imzalanan herhangi bir iş sözleşmesi düşünün. Çalışan, anlaşılan şartlar çerçevesinde belli bir hizmet satacağını, işveren de bu hizmet karşılığında belli bir ücret ve sosyal güvence sunacağını taahhüt eder. İki taraftan birisinin sözleşmeyi ihlal etmesi durumunda diğer tarafın başvuracağı, hakkını arayacağı, hesap soracağı bağımsız bir merci ve mekanizma yoksa imzalanan sözleşmenin hiçbir anlamı yoktur. Devletle bireyler arasındaki sözleşme için de aynı şey geçerlidir (siyaset biliminde bu konuda dönüm noktası sayılan çalışma için bkz. North ve Weingast (1989)).
Güvenilir taahhüt iki şekilde sağlanabilir: Motivasyonel ve zorunlu (North 1993). Ya sözleşmeyi her durumda ilgili tarafların çıkarlarına uygun olacak ve zaten sapmak istemeyecekleri bir şekilde tasarlarsınız (ki bunu sağlamak zordur çünkü şartlar ve çıkarlar değişebilir, aktörler değişebilir, tarafların su yüzünde olmayan çıkarları olabilir, vs.) ya da herhangi bir sapma durumunda sözleşmeyi ihlal eden tarafın cezalandırılacağını garanti eder, adım atarken yaptığı kar-zarar hesabında bu zararı da dikkate almasını sağlarsınız. Bu ikinci yöntemin çalışabilir olması için de bağımsız hareket edecek denetim/şeffaflık ve cezalandırma mekanizmalarının varlığı şarttır.
Demokrasilerde nasıl işler bu? Seçimlerle iktidara gelen her siyasetçinin ve partinin birincil önceliği yeniden seçilmektir. Bunu kişisel çıkarlar için de isteyebilir, belli bir kesimin veya toplumun genelinin çıkarlarını en iyi şekilde koruduğuna inandığı için de.  Neticede sonuç aynı.  Şeffaf bir sistem içinde, halk yapılan yanlışlıklardan, sözleşme ihlalinden (içeriği her ne ise) hem birey hem parti olarak kimi sorumlu tutacağını bilir, sandığa gittiğinde de oyunu bu bilinçle kullanır. Hükümet edenler de seçmenin kendilerini bu şekilde denetleyip cezalandırabileceğinin bilinciyle yaparlar hesaplarını. Kısa dönemli çıkarları yasaların ihlalini cazip kılsa da, uzun vadede iktidarı elde tutmak için halkla aralarındaki sözleşmeyi ihlal etmek işlerine gelmez (motivasyonel).
Tabii ki hesap verebilirliği sadece seçim yoluyla (en “adil” seçim sistemi dahi olsa) sağlamak yeterli değildir. Seçim aralarında da bağımsız denetim ve yargı mekanizmalarıyla kontrol altında tutar ve cezalandırır demokrasilerde halk ona bahşedilen gücü kötüye kullanan iktidarı. Şu anda Kuzey Kıbrıs’ta bu mekanizmalar için gerekli yasal altyapının var olmadığını, var olan mekanizmaların da gerektiği gibi çalışmadığını tartışmaya gerek yok sanırım. Tek bir örnek üzerinden gidelim. Lefkoşa Belediyesi. Yolsuzluk yaptığı sayıştay raporlarıyla ispatlanan ve yargı yoluyla cezalandırıl(a)mayan, yargının cezalandırması durumunda bile görevden alınamayan bir belediye başkanı. Belediyelerin işleyiş sistemleri şeffaf olmadığı için (örneğin halk belediye meclisi toplantılarına katılabilmek için “özel davet” beklemek zorunda) ne derecede suç ortağı olduğunu bilemediğiniz belediye meclis üyeleri. Hesap sorabilirlik sıfır.
Peki neden değişemiyor bu sistem? Belediyeler örneğinden gidecek olursak, yolsuz belediye yönetimlerinden hesap sorulabilmesi (hem denetim hem cezalandırma) için gerekli yasal değişiklikler için neden harekete geçmiyor mecliste koltuk işgal eden siyasi partiler? Neden demokratikleşemiyoruz?
1970 yılında Hossein Mahdavy’nin İran’da Şah Pehlevi dönemini tarif etmek için “rantiye devlet” kavramını ortaya atmasının ardından, Orta Doğu ve Afrika’yı çalışan birçok sosyal bilimci bölgede demokratikleşememeyi açıklamak için “rantiye devlet” kuramını geliştirdi (ör. Beblawi ve Luciani 1987, Skocpol 1982, Yates 1996). Buna göre milli gelirin önemli bir kısmının petrol gibi doğal yerel kaynakların ihracaatından elde edilmesi demokratikleşmenin önünde önemli bir engeldir. Çok basit bir açıklaması var petrol-demokratikleşme çelişkisinin. İktidarı elinde tutanlar, yapacakları icraatlar için (gerek kamu yararına gerekse kişisel menfaat veya belirli kesimleri memnun etmek için) halktan gelecek vergilere ne kadar az bağımlıysa, halkın taleplerine cevap vermeme lüksü de o kadar büyüktür. Vergilendirme dışında elde ettiği maddi kaynakları kullanarak kendine muhalif olabilecek kesimlerin destek ve onayını satın alır, susturur. Kimse de “Benim verdiğim vergilerle ne yapıyorsun? Kendine çeki düzen vermezsen sermayemi alıp giderim” diyerek iktidar üstünde baskı kuramaz. Beyin ve sermaye göçü iktidarın sürdürülebilirliğini tehdit etmez. Geride kalanlar da ya düşük vergi ve menfaat dağıtımıyla satın alınmış, ya da yine vergi dışında kaynaklar kullanılarak baskı altına alınmış, ezilmiştir.
Rantiye devlet kuramı ilk başlarda doğal zenginliklerin uzantısı olarak geliştirilmiş olsa da, ilerleyen yıllarda birçok sosyal bilimci dış mali yardımların da aynı rolü oynayabileceğini ortaya koymuştur (ör. Ross 2001, Djankov et al. 2005). Hükümetler oy satın almak için ihtiyaçları olan kaynağın ne kadar büyük bir kısmını vergilendirme yoluyla değil de dış kaynaklardan elde ederse, halkın hükümetler üstünde hesap sorabilirliği o kadar düşük olacaktır. Hele de dış kaynak gelmeye devam edecek gibi görünüyor ve kaynağı sunanlar da demokratikleşme ve belli bir süreçte ekonomik olarak kendi ayaklarının üzerinde durabilecek hale gelme önkoşulunu koymuyorsa (hatta bunun tam tersini de destekliyor olabilir),  hükümetler dışardan gelen parayı (“rant”ı) halkı rahatlık/zenginlik içinde uyutmak, uyutulamayanları da susturmak için kullanacaktır.  Bir kısım da çekip gidecek, bu yapının kılı bile kıpırdamayacaktır. Tanıdık geliyor mu?
Özellikle 1980’li yıllardan itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin insiyatifinde kurulmuş bir rantiyer devlet(çik)tir KKTC. Ekonomik programları dikte etmekten veya seçimleri etkilemekten çok daha derindir olay. Kiren Aziz Chaudhry’nin (1994) yaptığı rantiye devlet analizinde ortaya koyduğu “dipolitize edilmiş halk”ın mükemmel bir örneğiyiz.
“X parti hep kendi adamlarına dağıtıyor, benim partim gelsin de biraz da ben yeyim” mantığından öteye gidemeyen bir toplum.
Siyasetle politikanın farkını bilmeyen, “ben şu politikaları, şu denetim mekanizmalarını, hesap verebilirliği talep ediyorum, bunu vaat eden ve denetlenmeye hazır olan kim varsa gelsin” diyemeyen.
“Sivil toplum örgütleri”nin, sendikalarının bile siyasallaştığı, bağlı olduğu parti iktidara gelince hesap sormaktan vaz geçen, diğer partiden hesap sormaya kalktığı zaman da güvenilirliğini ve gücünü kaybetmiş olan.
“Bizim derdimiz sandalye değil, biz insan hakları, adalet, temiz toplum, temiz akademi, temiz siyaset, denetleme ve hesap verebilirlik istiyoruz” diyen bağımsız örgütlenmelere uzaydan gelmiş gibi bakan, “hade söyle hangi parti?” sorusundan öteye gidemeyen bir toplum.
Evrensel sol değerleri unutmuş, “yeterki benim cebimden vergi çıkmasın, varsın başkaları yönetsin bizi, ama belki X’in değil de Y’nin egemenliği altında daha zengin oluruz”dan öteye gidemeyen; yıllarca yüksek maaşlar, düşük vergili lüks villalar ve lüks arabalarla ihya edilmiş, satın alınmış, sağlaştırılmış bir “sol.”
Nasıl değişecek? “Biz Ziraat Bankası’nın kredisini istemiyoruz. Bedelini ödemeye hazırız. Varsın bizden kesilecek vergilerle, ekstra ücretlerle, hizmetlerin yeniden düzenlenmesiyle kapansın bu borç. Çöplerimiz toplandığı, ölülerimiz gömüldüğü sürece yolsuzluklara göz yumduğumuz, hesap sormadığımız, denetlenebilirlik talep etmediğimiz için biz de suç ortağıyız nasıl olsa. Ama karşılığında da halkın birebir parçası olacağı şeffaf, denetlenebilir bir sistem, güvenilir taahhütler talep ediyoruz” diyebildiğimizde değişecek.
Hükümetlerin, devlet yetkililerinin halkın geçici bir süre için ve belli şartlar altında otorite ve sorumluluklar delege ettiği kamu hizmetlileri (public servants) olduğunu fark ettiğimizde değişecek.
“Türkiye’nin veya başka bir dış gücün ‘yardım’ına bağımlı olmak istemiyoruz, bunun için de vergi vermeye, içerde yatırım yapmaya, üretmeye hazırız” diyebildiğimizde değişecek. Yoksa istediğimiz kadar “işgal,” “vali istemiyoruz,” “hassiktir” diye bağıralım, içi boş, yine popülist siyaset.
3 yıllık program dayatıldı, imzalandı, “muhalefet” mecliste bütçe tartışıyor. Ekonomik bağımlılığı bir tarafa bırakın, kısa bir süre içinde su ve elektrik bağımlılığımız da garanti altına alınmış olacak. Yavaş yavaş dışardan gelen “yardım” belli ki kısılacak. Rant çarkını Türkiye devleti değil sermayesi döndürecek artık. “Muhalefet” nerde? En azından bir kısmı halkın vergileriyle ödenen maaşları ceplerinde, bu rantiyer devletin halkı uyutmak için dağıttığı menfaatlerin dağıtım merkezinde bütçe tartışıyor, “bunları kötü göstereyim, ben geleyim, biraz da ben yeyim, benimkilere dağıtayım” derdinde.
Halk uyanıp, geçici menfaat peşinde koşmayı bir tarafa bırakıp, var olan “muhalefet”in bu sistemin parçası olduğunu fark edip direnmeye başladığında değişecek bu sistem. “Bağımsızlık istiyorum, hükümete getirdiklerimin başkalarına değil bana hesap vermesini istiyorum, bedelini de ödemeye hazırım” diyebildiğinde değişecek. Halk siyasi çıkar kavgalarından medet ummayı bırakıp, politize olduğunda değişecek...

Dr. Ömür Yılmaz
7 Aralık 2012

Kaynaklar:
Beblawi, Hazem and Giacomo Luciani, eds. 1987. The Rentier State. London: Croom Helm.
Chaudhry, Kiren Aziz. 1994. “Economic Liberalization and the Lineages of the Rentier State.” Comparative Politics 27(1): 1-25.
Djankov, Simeon et al. 2006. “Does Foreign Aid Help?” Cato Journal 26(1): 1-28.
North, Douglass and Berry Weingast. 1989. “Constitutions and Commitment: The Evolution of Institutional Governing Public Choice in Seventeenth-Century England.” The Journal of Economic History 49(4): 803-832.
North, Douglass C. 1993. "Institutions and Credible Commitment." Journal of Institutional and Theoretical Economics 149 (1): 11-23.
Ross, Michael L. 2001. “Does Oil Hinder Democracy?” World Politics 53: 325-61.
Skocpol, Theda. 1982. “Rentier State and Shi’a Islam in the Iranian Revolution.” Theory and Society 11(3): 265-283.
Yates, Douglas Andrew. 1996. The Rentier State in Africa. NJ

Wednesday, November 21, 2012

SOL EVRENSEL DEĞERLER VE KUZEY’IN ACITAN SOL PARTİLERİ


                                                                                                                 Umut Özkaleli          21/11/2012

SOL EVRENSEL DEĞERLER VE KUZEY KIBRIS’IN ACITAN SOL PARTİLERİ                                                                                                     

Bugünlerde erken seçim rüzgarları estiğinin düşünülmesinden midir bilinmez, ülkemiz solunda parti içinde yapılan muhalefetler kendi kendilerine bir sansür uygulamaya başladılar. Bunun ötesinde, partiler kendilerinden göremedikleri sola da sansür ve yasak getirmektedirler. Bu partilere inanç belirten ‘entellektüeller’[1] ise kendi ‘sol’ partilerine yapılan farklı farklı eleştirilere cevap yetiştirme endişesi ile yöntem kayması yaşayarak cevaplarında metodolojik bir sorun yaşamaktadırlar. Bilimde en çok eleştirdiğimiz şeylerden biri olan fikrilerden bir ‘çöp adam’ (strawman) yaratılması sorunudur bu. Bir argümanı alıp güçlü yanlarını bir kenara bırakarak genel hatlarından değerlendiren veya o argümanı çarpıtarak zayıf bir olgu olarak kurgulayan ve sonra da onu yıkan yaklaşımdır çöp adam yaklaşımı. Bu coğrafyada da alternatif yaklaşımlar bir çöp adama dönüştürülmekte ve yıkılması kolay fikrilermiş gibi sunularak fikrin özüne dokunulmadan eleştirilmektedirler.  

Bu erken seçim çanları yanlış mı çalıyor o bilinmez ama içeriği sol olmayan ama kendine sol adını veren partilerin yeniden vizyonsuz bir şekilde seçim kazanmak için yola düşmesi durumuyla karşı karşıyayız. Bu yola düşüşün neferleri de maalesef ‘entelektüeller’ olmaktadır. Ancak bu ‘entellektüeller’ de akıl karışıklığı ve akıl karıştırmasıyla sonuçlanan, bilimsel sağlamlığa dayalı olmayan metodlarla karşıt gördükleri argümanlara karşı duruş sergilemeye çalışmakta ama seçtikleri dirayetsiz metodlarla aslında sadece içi boş partizanlık yapmaktadırlar.

Bu coğrafyada eleştirel tutumlara gösterilen ‘tepki’ genellikle sorunlu bir başangıçtan hareket etmektedir. En birincisi örgütlü sol için diyalektik, kendi grubunun içinde bir konuyu sakız gibi uzatmak, tartışmak ve aynı yaklaşımın farklı versiyonları üzerinde bir süre konuştuktan sonra sonucunda bir ‘doğruya’ karar vermek ve onu gruptaki herkesin anlayabildiği kadar savunması için bir takım kalıplar üretmektir. Halbuki gerçek diyalog, kendinden uzakta gördükleri ile de yapılması gereken bir pratiktir. Kalıplar üzerinden hareket edecek insanlar da fikirleri yaymak, hegemonya yaratmak yerine dogmalar yaratacaktır.
İkinci önemli sorun, farklı ideolojilerin sola yaptığı eleştirilerin her birinin kendine ait bir düşünsel bütüne sahip olduğu, her birinin değerlendirmesinin farklı yapılması ve her birine farklı argümanlarla cevaplar üretilmesi gereğidir. Burada, erken seçim telaşesi içinde olmaktan mıdır bilinmez metodsal bir hata ile birden fazla görüş aynı kazanda kaynatılarak eleştirilmekte ve onlara karşı külliyen cevaplar üretilmektir. Aynı kazanda kaynayan farklı görüşleri hem anlamadan karşı çıkmış olunmakta ve onlarla bir diyaloğa girlememekte, hem de üretilen cevaplar içeriksiz ve alakasız hale dönüşmektedir.

Son dönemlerde ülkenin erken seçim beklentisi içindeki siyasi partilerine yapılan eleştirilerin kimisi neo-liberal yaklaşımdan gelirken, kimisi popülist ama içi doldurulamayan söylemlerle yapılmakta, kimisi de solu soldan eleştirerek siyasi partilerin önerebildikleri ve öneremedikleri ve halkın algısı üzerinden hareket etmektedir. Bu üç ayrı yaklaşımı bir kazanda kaynatarak ‘hepsi aynı sonuca gidiyor ve sağ politikaya yarıyor, o yüzden hepsi aynıdır, kötüdür ve kakadır, bunları dinlemeyiniz’ çıkarımı ne bilimseldir ne de karmaşık düşünerek, sebep sonuç ilişkileri kurabilme noktasından hareket etmektedir.

Neo-liberal politikaları halkı sömürme, zengini zenginleştirme, sosyal adaletsizlikleri yükseltme eğiliminde, rekabet kültürlerini ve sosyal grupları ve katmanları birbirine kırdırma noktasında aldığımdan ve popülist söylemleri sosyal adaleti sağlamak noktasında politika üretememe kısırlığı içinde gördüğümden, bu ikisini solu soldan eleştiren yaklaşımlardan farklı görüyorum. Popülist olanlar da neo-liberal olanlar da ayrı ayrı solun sol eleştirisinden uzaktır ve ikisi de farklı boyutlarda tehlikelidir.

Solu soldan eleştirerek siyasi partilerin bu coğrafyadaki konumuna yapılan eleştirilerin neo-liberal ve popülist olanlarla birleştirilmesi ülkemizde etkin sol politikaların üretilmesine engel olmaya hizmet etmektedir. Bu eleştirileri duyabilme kapasitesini ve egzersizini yapabilmek, çıkarcılık, kısa günün karını düşünen bir ‘yapay sol’ yerine gerçek evrensel sol değerlerle donanımlanmış bir sola adım atmak olacaktır. Burada tartışılan, ‘sol var mıdır’ gibi abes bir soru değil, ideolojik temelde inandığımız evrensel solun pratikte bizim ülkemizde kendini sol yaftayla takdim eden partilerce neden hayata geçirilemediğidir.

Bu ülkenin örgütlü solunun seçim sinyalleri ile birlikte savunuculuğuna soyunan pek çok yazar-çizer, son bir iki yılda bu örgütlü solun evrensel sola benzemeyen ögeleri ağırlıkla içinde taşıdığını, mesela ırçı olduğunu, cinsiyetçi olduğunu, homofobik olduğunu, sol  liderlerin ve sol örgütlü üyelerin lüks yaşamın dalgalarına kapıldığını eleştirdi. Bunların seçim tamtamları uzak olan dönemlerde yapılırken, bu eleştirilerin sonucunda gerçek bir dönüşüm yaşanmadığı halde bir anda kesilmesi ve sol siyasi partilerin mevcut sağdan ‘çok daha iyi ve çok daha farklı ve çok daha tercih edilir’ olduğuna işaret eden söylemlere dönülmesi, maalesef partizan bir inkarın uzantısı gibi durmaktadır. Dahası, bu eleştiriler sinsi bir şekilde eleştiri yapma tekelini içeride tutarak, zamanı geldiğinde bunları bastırmanın ‘yetkinliği’ kabul edilmiş kişilere yaptırılması gibi bir tablo çizmekte, parti sadakatinin toplum sadakati önünde ele alındığının alarm zillerini çalmaktadır.

Mesela, milletvekili maaşlarının düşürülmesini talep edenlere verilen cevabın ‘hiç maaş alınmaması’ argümanı olarak sunulması, ardından da hiç maaş alınmamasının aslında düşük gelirli grubun siyasetten uzaklaşmasına sebep olacağı (bu ülkede solun düşük gelirli gruptan aday bile çıkarmadığı hiç ifade edilmezken hem de) ve bunun demokratik olmayacağı üzerine argüman geliştirmek, aslında argümanlardan bir çöp adam yaratmanın iş başında olduğunu ortaya koymaktadır. Ülkemiz siyasetinde gelir uçurumunun en belirgin örneklerinden olan milletvekili maaşları ile dokunulmazlığın yolsuzluklardan da dokunulmazlık anlamına gelmesi ile birleştirildiğinde aslında  sadece ‘hiç maaş almama’ argümanı varmış ve ona cevap üretilmesi gerekirmiş gibi yapmak yerine maaş düzeylerini toplumla uçurum yaratmayacak düzeye çekme üzerinden alternatifler üretilemsi ve solun içindeki insanların bu dille konuşması gerekir. Asgari ücretin iki-üç katından daha fazla olmayan bir maaş sistemini, dokunulmazlıkların düşünce özgürlüğü ile çerçevelenmesiyle sunduğumuz zaman alt gelir grupları için siyaset caydırcı olmayacağı gibi üst gelir grupları da paralarına para katmanın bir yolu olarak siyaseti kullanmayacak noktaya getirileceklerdir. Milletvekili maaşlarının düşürülmesi üzerine giden alternatiflerin tamamen yok sayılmasının sebebi, mevcut sağ partilerden daha toplumcu olduğu ve rant partisi olmadığına inandırılmaya çalışıldığımız bugünkü sol siyasi partilerdeki dinazor abilerin, hiçbir ‘entellektüel’ tarafından böyle bir özveriyi parti broşürlerine, siyasi programlarına ve meclis önerilerine koymaya ikna edilememesidir. Veya halka çok inanır görünen argümanların arasında son derece demokratik olan ama direk partilerin işine yaramayacak olan (çünkü karma oy parti mührünü azaltır) karma oyun partiye mühür kazandırmak endişesi ile ‘halk doğru insanlar yerine küçük vaatlerde bulunanları seçmektedir’ denmesiyle yukarıda yapılan argümana taban tabana zıt bir duruş sergilenmesi demokrasiye ve halka olan inancın bir ürünü yerine gözü kapalı bir partizanlığın kısır ama cilalanmış bir savunusudur aslında.

Bir başka örnek ‘mevcut durumda Kuzey Kıbrıs’taki siyasi yapı ve siyasi partilerin durumu halka dönük olmayan, gelecek vizyonu üretemeyen, halkı ikna edemeyen bir durumdadır’ analizini, ‘siyaset kötüdür’ önermesine dönüştüren sol söylem üreticileridir. Analiz önce çarpık bir önermeye dönüştürülmekte, sonra da bu önermenin sağa yarayacağı söylemi ile susturulmaya çalışılmaktadır. Susturma zaten solun öz değerlerine karşıdır ama bu bir de sol adına yapılmakta, sol  politikaya inançla solun hegemonya yayması için kendine ‘sol’ yaftası yapıştırmış ama geçmiş iktidarlarında sol değil rant partisi olarak çalışan partilerin rantçılığı ile yüzleşmek yerine, ‘sol ve sağ kalmadı, ideolojiler öldü diyenler var’ denilerek eleştiri gerçek tonundan çıkarılmakta ve duymazlıktan gelinmektedir. Yani neo-liberallere verilen cevap burada da uygulanarak sol içinde bertaraf edilmemesi gereken eleştirileri solun ve toplumun uzun soluklu vizyonu yerine bir partinin erken seçim gibi kısa dönemli kaygısında boğmaktadır. Solun sol gibi davranmadığı bir ülkede, sol evrensel değerleri hatırlatmak çıkış noktasında olanlara ‘sol vardır, sol ideoloji ölmedi, ideololjiler ölmez anladınız mı?’ diye cevap vermeye çalışmak en iyi ihtimalle farklı eleştirileri birbirine karıştıran analiz yoksunluğundan, en kötü ihtimale de ülkemiz sol patilerinin evrensel solun söz verdiği değerlerden saptığını ortaya koyan eleştirileri görmezden gelerek aidiyet hissetikleri bu soldan uzaklaşmış  partileri toplumarından ve toplumun sola olan ihtiyacından önde tutmalarından kaynaklanmaktadır.

Halkı uyumakla suçlayarak propaganda üreten ‘entellektüller’in yüzleşmeleri gereken önemli bir sorunları var bu coğrafyada. Kimliksizlik, aidiyetsizlik, kabul edilmeme üzerinde  gelişen ilk gençlik yıllarında kendilerine bir kimlik sunan bu partileri halka rağmen savunmak, halktan önde tutmak, halkta bu partilerin yarattıkları umutsuzluk ve güvensiziği ‘üsütüne bir bardak su için, çocukluğu bırakın, sağa hizmet etmeyin’ diyerek geçiştirmeye çalışmak, kendilerine artık ses vermeyen, eylemlerine gitmeyen, arkalarında yürümeyen bu halkı uyumakla, duyarsız olmakla suçlamak evrensel solun topluma dönük ruhuna karşı duruştur. Toplumun cevap vermediği noktalarda toplumdan kopuk parti düzenine bakmak yerine toplumu suçlamak ‘entellektüel’ bir analizden değil ilk gençlik yıllarında fazla düşünülmeden edilen yeminlerin ve verilen sözlerin ardında koşmaya devam ederek toplumsal politika için gerken cesareti ortaya koyamamaktır. Bu, halkın cevap vermemesi çıktısından yola çıkmamaktır, halkın sesini duymamaktır. Burada halk kimdir? Tabi ki ‘uyandırma’ ihtiyacında olduğunuz ama eylemlerinize gitmeyen çoğunluktur.

Toplumunuzdan aldığı iktidarı halk için kullanmayan ‘sol’ partilere güven kaybını ifade etmeyi sağa hizmet olarak nitelemek yerine, sözde sol partilerin yaptıkları adaletsizlikler, eşitsizlikler, rantçılık ekseninde nasıl sağ politikalara yarayan bir tutum sergilediklerini eleştirmek gerekmektedir artık. Bilinmelidir ki bu sessizleştirmeye ortak olan ‘entellektüeller’ aslında parti eliterinin değil halkın yanında olsalar, aralarında milletvekili olmasını tercih edecek halk kitleleri çoktur. Böyle olmasına rağmen sadece ‘fikri satar’ noktada kalanlar ve bunu parti hiyerarşisi olarak kabul edenler demoktatik ve halka saygılı bir sol analyışın ürünü değildir.

Yırtın kabuklarınızı ve abilerinizin milletvekili olması ile elde ettiğiniz o aslında anlamsız ve işe yaramaz parti aidiyetinin size halkın içindeki insanlar olarak bir ‘iktidar’ getirmediğini görün. Çünkü seçildiklerinde bu dinazor abiler sizin sesinizi meclise ve politikalarına taşımamaktadırlar. Poitik olun, politik olduğunuzda partilerinizi kamusal alanda kıyasıya eleştirerek değiştireceksiniz. Sandığınız gibi yıpranmayacak partileriniz sizler eleştirdiğinizde. Tam tersine, zaten yıpranmış olan bu yoz yapılar, eleştirileriniz ve müdahalelerinizle, sunduğunuz vizyonlarla dönüşecek ve yeniden yeşerecek. Zor olan o eleştiriyi kamusal alanda yapmaktır, zor olan ama kalıcı dönüşümleri getirecek olan o kamusal eleştirilerdir. Hepinizi birden atıp hepinizi birden afaroz edemezler ya? Hem iradenizi ve düşünme yetinizi kullanarak baş kaldırdığınızda, halka ait bir sol partide kim kimi kimin partisinden atabilir muhalif ses çıkardı diye? Politik olun ve halkı, dünkü iktidarınızda başaramadığınız evrensel solu bu sefer nasıl başaracağınız ve başartacağınız konusunda bilgilendirin. Politik olun ve cinsiyetçilikten ne anladığınızı dinazor abilerinizi TV programlarına göndererek, ellerine tutuşturduğunuz kağıtlardan içinden okutup söylediklerinden hiçbirşey anlamadığı belli olacak şekilde körelmiş bir siyasi uslupla yapmak yerine feminist politik kimlikler çıkarın sahneye. Politik olun, bir önceki iktidarınızda eşcinsel erkeklerin sevişmesinin yasak olmaktan çıkmasına milletvekili abilerinizi daha öncekinden farklı olarak nasıl ikna ettiğinizi ya da onlar ikna olmadığı için nasıl sizin sahne almaya başladığınızı anlatın bize. Politik olun, kimlikle girişleri ‘Ankara bizi destekler’ posterleri yayınlarken iyi ilişkiler ekseninde nasıl engelleyeceğinizi, ama engelleyemediğiniz noktada da ‘kaçak’ kabul edilen babalar grev kırıcı olarak devlete çalıştırılmazken çocuklarının okul hakkının nasıl verileceğini anlatın bize. Politik olun, daha öncekinden farklı olarak milletvekillerinizin nasıl yolsuzluğa bulaşmasını engelleyeceğinizi, nasıl dokunulmazlığı düşünce özgürlüğüne bağlı kılacağınızı anlatın bize. Sadece klişeleşmiş, renksiz siyasi yobazlıkla ve partizanlıkla ‘bizim adımızda sol var o yüzden bize oy verin bu yeter sebeptir’ demeyin bize.

Merak etmeyin, farklı bir politik algıda ve dönüşmüş siyasette yine siyasi partilerdir ‘iktidara’ gelecek olan, yine partilerinizdir iktidara koşacak olan. Ama bizim inandığımız sol değerler içerisinde dönüşebilirlerse belki babadan oğula (az sayıda kıza) vasıfsız insanların tahakkümü yerine sizleri de ‘temsilcilerimiz’ arasında görebileceğimiz bir sistemle partileriniz iktidara koşacaktır.  Yoksa,  bu yolsuzuklara, yozlaşmışlıklara rağmen parti içi hiyerarşinin öngördüğü ‘kendini feda’ demokratik halka ve hakka aldıramayacağınız kadar çok mu tahakkümüyle tırnaklarını sol duyunuza geçirmiş durumda? Bitmeyecek mi bu gençliğinizden gelen halka rağmen parti indoktrinasyonuna verdiğiniz koşulsuz sorgulamama? Sol değerleri talan etmeye devam ederek devam mı edeceksiniz tahakkümcü partileriniz için partizanlığa, devam mı edeceksiniz öğrenilmiş çaresizliğinize?  Sol evrensel değerlere inananlar olarak yırtın kabuklarınızı bu öğrenilmiş çaresizlikten, farkedin. Fark edin ki, dayanışarak bu rantçılaşmış, ideallerinden sapmış partilerinizi evrensel sola dönüştürebilesiniz. Halk uyandı, değişim olmadan, sadece suçlamayla gelip oy vermeyecek artık kıymeti kendinden menkul sol yaftalı bu partilere. Değişimin adı, o partilerin içindeki sizlersiniz. Halk sizin uyanmanızı bekliyor, sol evrensel değerlere doğru değişimin nüvelerini oluşturun diye.  Hazır mısınız?




[1]Entelektüeli tırnak içine almamın sebebi bu tip sıfatların sınfıçı ve elitist olmasına olan inancım ve ‘bilme’nin formal eğitimli insanların mülkiyetine verilmesine sebebiyet veren bir kelime olarak algılamamdandır. Yoksa ‘entellektüel’ sıfatını kendi kendine veren ya da başkaları tarafından kendilerine bu sıfat verilen kişilerin gerçekten entellektüel olup olmadıklarına bir eleştiri değildir.