BİREY OLABİLEN HÜR ÇOCUKLARIN TOPLUMU
Umut Ozkaleli uozkalel@gmail.com
Solun nerede sınınfta kaldığını anlamaya çalışıyorum. Son üç
yılda bu ülke sınıfta kalmışlığın cevabını anlamakta önemli bir labaratuvar
oldu.
Solun örgütlülüğün önemini vurgularken yaşadığı derin bir
ayrıştırma probleminin olduğunu ve bunun solun dinamizmini kırmakta en temel
sorun olduğunu farkettim geçtiğimiz birkaç haftalık süreçte. Solun en temel
vurgularından biri, örgütlenmeden sistem içerisindeki ezilenlerin sisteme karşı
başkaldırma ihtimalinin olmayacağıdır. Örgütlenmek temel çıkış noktası sistemi
değiştirecek şekilde güçlenmek için esastır. Bu bağlamda yeterince
güçleninceye, yeterince örgütleninceye dek örgütün geçtiği süreçlerde örgütle ilgili
eleştiriler hep içeride, örgütün çekirdek grubuna nakledilerek ve dışarıya
sızmadan yapılmaktadır, örgütten de böyle bir beklenti vardır. Örgüttekiler için
bu yaklaşım eleştiriye kapalı olmak demek değildir. Tam tersine onlar kendi
kendilerini kıyasıya eleştirirler, konuşurlar. Ne de olsa diyalektik onların
ideolojik formatının en temel metodolojisidir. Kendini kendi kendinle kıyasıya eleştirmek
elbette gereklidir ama aynı zamanda toplum içerisindeki diğer olgulardan, oluşumlardan
ve nüvelerden kopuk bir eleştiri olduğu için de kısır, kendi dilinden başka bir
dille yüzleşmediği için de nispeten kolay, başka algılarla karşılıklı
çekişmediği için az da olsa inkarcıdır. Kendini sadece ve sadece kendiyle
besleyen bir dialektik kurma biçimidir, eğer buna diyalektik denilebilirse
elbette.
Bu süreç yalnızca kendi kendiyle konuşmakla kalmamakta,
bireylerin de varolan örgüt kimliğiyle tam bir bütünleşme yaşamalarına sebep olmaktadır.
Maalesef örgütle bu bütünleşme hali sorunlu algılanmak yerine koltuk kabartan
bir özellik olarak karşımıza çıkmaktadır.
Örgütlü yapılara inan, toplumdan bireyi anlamaya bilimsel arka
plan sayesinde de yatkın olan biri olarak, bu yazıda örgütlü yapıyla birey
olamadan bütünleşmenin sorunlarını ele alcağım. Bir başka değişle, örgütü oluşturan
bireylerin birey olma noktasını tamamlayamamasının örgütlü yapıları aslında ayağından
vuran bir olgu olduğuna vurgu yapacağım.
Bireyin kendini gerçekleştirmesi, "ben"i oluşturabilmes
için pek çok değişik kimliğine sarılabilmesi, kendini oluşturan pek çok kimliği
özgürce, kendi tanımladığı şekilde yaşayabilmesi gerekmektedir. Bu kimliklerden
bazıları bireyin gruplar/topluluklar içerisinde elde ettikleri kimliklerdir. Bu
topluluklar kültürel, etnik gruplardan gelebilir. Bu kimlik oluşumunda bireyin
kendini anlaması ve anlamlandırması milliyetçilik, solculuk gibi ideolojik
eksende olabileceği gibi bireyin kendine has özellikeri ile de ilintili
olabilir. Kimimiz için cinsiyet kimliğimizin, bedensel veya zihinsel engelliliğin
önem atfetmesi ve burdan hareket eden gruplarda ifadesini bulmak önemli
olabilir. Yalnızca kimlikler değil, aynı zamanda o kimliği oluşturan küçük ayrıntılar
da bizi biz yapan, kimliğimizi oluşuturan önemli noktalardır. İlgi alanlarımız,
yeteneklerimiz, hissedişlerimiz, tanıştığımız insanlar kimliğimizin şekillenmesinde
engin bir girdi sağlamaktadır. Bu zenginliğe özellikle önem atfetmek gerekmektedir
çünkü tam da bu farklı etkileşimler ve verilerden dolayı hepimizin nevi şahsına
munhasır bir durumu vardır. Bu kendi kendine has olmak durumu kucaklanması ve
teşvik edilmesi gereken bir durumdur. Hangi gruba üye olursak olalım o grubun
mensuplarıyla tıpatıp aynı düşünmemiz, hep aynı şeylere inanmamız, hep aynı şeyleri
hissetmemiz olanaklı olmamalıdır. Bu olanaksızlık gerçekten kendi birey olam
durumumuzu geliştirebildiysek oluşabilecek bir durumdur. Belli bir grubun
mensupları hep aynı yerlerde geziyorsa, hep aynı yayınları okuyorsa, hep aynı
kitapları tartışıyorsa, hep birlikte aynı aktiviteleri yapıyorsa, orada
bireysel ayrılma noktası nerede başlamaktadır? Bir ideal için birlikte çalışmak
ve örgütlenmek eğer hobilerimize, bir filme yorumlarımıza, başka diğerleri için
çok benzeşen kanaatlere dek aynılaşıyorsa, bireyin kendine aitliğinin başladığı
yer neresidir? Sosyalleşme bizi benzeştirebilir ama aynılaştırmamalıdır. Aynılaşmak
liderin küçük minyatürlerine dönme derin tehlikesini yaratmaktadır. Hiyerarşik olmadığını
ne kadar söylesek de örgütlü yapılarımız içerisinde ortaya bir lider/liderlik
hep çıkmaktadır. Bu lider/liderlik hep kendi adına vardır, onun/onların bireyliğini
görebiliriz. Lider kendini gerçekleştirir. Ama diğerlerinin pek adını bilmeyiz,
onları daha çok örgüt adıyla anmaya başlarız. Lideri bildiğimiz, gerisini de
bilmediğimiz anda artık karşımızdaki örgütlü yapı, kendini gerçekleştirebilmiş
insanlardan oluşan ve kendi dışındaki nüvelerden de zenginleşen insanlar yerine
bir kült örgütlenmesine dönerler. Kült örgütlenmelerinde lider izlenir,
sorgulamaz, sesler çıksa da hep sonunda kesişen bir yolda buluşulmak için
varolan bir gizli anlaşmayla hareket edilir, o kesişme noktası da hep kült
liderinin son noktasıdır.
Bir olay patlak verdiğinde, kimse liderden/liderlikten yeşil
ışık yanmadan fikir beyan etmemektedir. İlk anda farklı bir kanaat
geliştirdiyse bile onu göz önünde bulundurmaya ve analiz etmeye devam etmek
yerine liderin etkinliği altında kendini gerçekleştiremeyen birey "ben bu
açısını fark etmemiştim, çok doğru" diyerek alternatif algısını bir
saniyede kapatabilmekte, kısa sürede ilk perspektifini hiç olmamış
varsayabilmektedir. Öte yandan lider pek
nadir duyduğu farklı perspektifle rota değiştirmektedir. İşte bu kendini gerçekleştirememe
ve kült liderini takip etme hali de başka herşeyi sorgulama ama içinde olduğu yapıyı
sorgulamamayı getirmektedir.
Ancak bundan öteye problemler de vardır. Kendini gerçekleştirememiş
birey, örgütlü yapı harekete geçmezse bireylerin yetilerini (agency) kullanarak
örgütlü yapılar ve kurumlar üzerinde baskı unsuru olabileceğini ve değişim
kıvılcımlarını ateşleyebileceğini görememektedir. Birey olma duygusunun
güçlendirildiği ülkelerde kanunların, düzenlemelerin ve uygulamaların önemli
bir kısmının bireylerin ele aldıkları inisiyatiflerle başladığını ve oradan,
dayanışmayla kolektif hareketlenmeye dönüştüğünü görmek istemiyoruz. Tam
tersine buralarda yetili birey olmak örgütlü yapılara karşı en büyük darbe
olarak algılanıyor. Biz kendi örgütlerimizin bizi hep "ileride bir gün
güçlenince yapacaklarımız" konusunda ikna edişini tecrübe ediyoruz. Ancak
o gün bir türlü gelmezken, örgütlerden doğru bir adıma destek vermek ya da o
adımı atmak için olur kararı çıkmadığında da pasif ve etkisiz bir şekilde köşemizde
bekleyebilmekte, bunun adını da "örgütlü yapılar olmazsa bireysel çabalar
köklü sonuç üretmez" koyabilmekteyiz. Örgütlerin kendi kendini besleyen
mekanizmalara dönüşebildiği gerçeği ile yüzleşmedikçe de bu örgütlü yapıları
dinamizme teşvik eden bireyliği gerçekleşmiş yetili insanlar olmak yerine herşeyi
kökten değiştirecek bir sonu gelmez bekleyişle tatmin olabilmekteyiz. Bu ülkede
özlenen ve beklenen o köklü değişimin adı değişik şekillerde ortaya
çıkmaktadır: işgalin sonu, federal çözüm, Kıbrıs Cumhuriyetine geri dönüş,
AB'ye girmek, Türkiye'ye resmen entegre olmak, gerçek meselelere kendimizi
kapatarak toparlanmak. Bunların gerçekleşmesi noktasında ise hiçbirinde temel
aktör aslında bu toplum ve bu tolumun bireyleri değildir. İşgalin sonu için
açtığımız isyan bayraklarındaki haykırışlarımız haklı da olsa bu sonu
Türkiye'den talep etmekteyiz. İstiyoruz. İstememiz de yetmelidir. İşgale son
ver dediğimizde oradaki özne yine Türkiye'dir. Bizi AB'ye alsınlar dediğimizde
özne gene alacak olanlar, kararı verecek olanlardır. Rumların federal çözüme
hazır olmasını beklerken de özne olan Rumlardır sadece.
Memleketin ambulansının kapısı açılıp sedye içinden düştüğünde
bu bir işgal sorunudur, bunu Türkiye yaptı diyenleri duymanız o sebeple çok da
garip değildir. Ambulanslarımızın kapısının yolda giderken açılmamasını sağlamak
bu çarpıklıklar içerisinde bizim için hiç önemli değildir. Bireyler ya da küçük
örgütlenmeler sistemle kavga ettiklerinde bu öğretimizin dışında olduğu için
onu illa ki kişisel sorun görmek zorundayız. Önemli bir sistem sorununa parmak
bastığınızda bu inanılan örgütlü yapıların dışında yapılabildiyse ve dahası
inanılan örgütlü yapılar buna sessiz kaldıysa siz çok da çok "buz dağının
görünen kısmında" kendinizi kandırıyor muamelesi görürsünüz ama o örgütlerin
neden ses çıkarmadıklarını sorgulamak için o beyinler hiç çaba sarfetmezler. Çaba,
size onların inandıkları örgütte olmadığınız için önemsiz olduğunuzu
hissettirmekten ibaret kalır. Size önemsiz olduğunuzu hissettirme çabasının
etkin olacağına inananlar yine birey olamamış ve örgütlü yapıların içindeki
hantallaşmayı ve çıkar zümrelerini göremeyen, örgütlerinden değer gelmezse kendi
değerini bilmeyenlerdir. Bireyler olabildiğimiz gün, bir toplum da
olabilecegiz. Bunu küçük bir örnekle tamamlayabiliriz. Altı yaşında bir çocuk
arastada yürürken başka diğerlerinin attığı şişe ve kağıtları yerden toplarken,
başkalarının çöpünü toplamak zorunda kalmanın ne kadar utanç verici olduğundan
bahseder ve yoluna çıkan çöpleri yakınındaki çöp kutusuna atar. Bu altı
yaşındaki çocuğun yaptığını yapmadan o anda ve o andan sonar aylarca bu ‘sistemsiz
ülkede insanların çöp atma kültürünü nasıl geliştireceğini, ne tip bir örgütlü
oluşumla, kimler attığında gürültü koparmak gerektiğini’ konuşan insanların
karşısında bu altı yaşında inisiyatif alan, yeti gösterebilen çocuk, içinde yaşamak
istediği sistemi yaratacak şekilde hareket etmekle aslında o sistemi
kurguladığını pek çok yetişkinden daha iyi bilir. Birey olmak sizi hür yapar,
hür olmak size kendinizi gerçekleştirme fırsatı sunar, kendinizi gerçekleştirmeniz,
arzu ettiğiniz sistemleri yalnızca dilemeyi değil gerçekleştirmek için
değişimin aktörü olmayı telkin eder ve size başarının rotasını çizer. Hepimiz
herşeyden önce hür çocuklar olma adımını atabiliriz.
No comments:
Post a Comment