Friday, June 7, 2013

Bu Halk Aptal Değil


Artık alışageldiğimiz siyasi kriz süreçlerinin bir tanesini daha geride bırakıp (?) yeni bir erken seçim sürecine girerken, Kıbrıs Türk toplumunu aşağılamaya yönelik “her halk hak ettiği gibi yönetilir” ve “başkası yapsın, ben hazıra gonayım toplumu” eleştirileri yine rağbette. Beni tanıyanlar, yazdıklarımı, söylediklerimi biraz olsun takip edenler bilirler, Kıbrıs Türk toplumunun (toplum vs. topluluk tartışmasına hiç girmiyorum) sözcülüğünü veya savunuculuğunu yapmak gibi hiçbir niyetim veya misyonum yok. Ancak bir siyaset bilimci gözüyle, öz-eleştiri seviyesini aşıp toplumun öğrenilmiş çaresizliğini pekiştiren öz-nefret boyutuna varan (ki bunlar uzun yıllardır içinde yaşanan militarizm, şiddet ve sömürge sisteminin doğal bir sonucudur) yaklaşımların karşısında birkaç laf etmeden duramadım.
Sosyal ikilem—bireysel düzeyde rasyonel olan davranışların kolektif olarak zararlı sonuçlar doğurabilmesi—ve bu ikilemi çözme yolları toplumsal hayatın her alanını etkileyen, ekonomi ve siyaset bilimini en azından son yüzyıldır oldukça meşgul eden bir mesele. Basit bir dille, bireysel ve kolektif çıkarlar arasındaki çatışma var bu sorunun kökünde; bireylerin farklı şekilde davranmaları durumunda hem toplam çıkar hem her aktörün bireysel çıkarı daha yüksek olabilecekken, var olan şartlarda rasyonel davranışın buna izin vermemesi.  (Daha teknik bir terminolojiyle, aktörlerin rasyonel hareketlerinden ortaya çıkan Nash dengesinin Pareto optimal olmaması durumu.) Bunun en yaygın kullanılan örneklerinden birisi Mahkumun İkilemi durumudur: İki çete üyesi tutuklanırlar ve ayrı sorgu odalarına alınırlar. Polisin asıl suçtan bu şahısları mahkum ettirmek için elinde yeterince delil yoktur. Birbirlerini ele vermezlerse ikisini de daha hafif bir suçtan yargılatabilecekler. İki mahkuma da ayrı ayrı “diğerini ele ver, sen serbest kal, yoksa 1 yıl yiyeceksin” diyorlar. Sadece bir mahkum ele verirse, o serbest kalacak, diğer mahkum büyük cezayı yiyecek. Mahkumların birbirleriyle iletişimi olmadığından, olsa bile neticede “benim alakam yok, o yaptı” diye ifade vermeyeceklerinin garantisi olmadığından (“güvenilir taahhüt” problemi), ikisi için de rasyonel davranış diğerini ele vermektir. Neticede hiçbiri diğerini ele vermese, hem iki mahkum ayrı ayrı hem de toplamda daha az ceza alacak olsalar bile, bireysel rasyonel davranış bu ortak çıkarın önüne geçmektedir. Böyle bir durumda “ama ortak çıkarı düşünsünler” diye salık vermek abesle iştigal etmekten başka birşey değildir çünkü karşı tarafın ele vermesi durumunda bir mahkumun sessiz kalması onun en büyük cezaya maruz kalmasına sebep olacaktır. Çözüm yok mudur? Vardır. “Oyun”un kurallarını değişip, dayanışmayı bireyler için rasyonel hale getirebilirsiniz. Bu senaryo bize uzak gibi gelse de aslında günlük ve toplumsal hayatımızda yaşadığımız birçok durumu temsil eden bir modeldir.
Kıbrıs Türk toplumunun çok eleştiriye maruz kaldığı bir konuda daha somut bir sosyal ikilem örneği verelim. Direnişçi İkilemi (Rebel’s Dilemma): Bir isyanın/direnişin başarılı olması genelde direnişçilerin sayısıyla doğru orantılı olsa da, direnişin parçası olmak bireysel düzeyde rasyonel değildir. Neden? Olası maliyeti, riskleri yüksektir. Direnişin konusuna ve yöntemine göre işsiz kalabilirsiniz, sürülebilirsiniz, tartaklanabilirsiniz, tutuklanabilirsiniz... Aynı sorundan müzdarip insanlar sessiz kalmayı, hatta sizi eleştirmeyi, suçlamayı seçerse büyük bir bedel ödeyeceğiniz kesin. Maliyetten daha da önemlisi, direniş başarılı olduğunda elde edilecek yararın kamu malı olması, yani direnişe katılanın da katılmayanın da aynı şekilde faydalanacak olmasıdır. Sokak aydınlatması, yollar, devlet sağlık ve eğitim sistemi gibi düşünün. Vergisini veren de vergi kaçıran da aynı şekilde faydalanabiliyor bu hizmetlerden; devlet mekanizmaları takip ve cezai uygulamalar getirerek geçebilir ancak bu rasyonel “beleşçilik” davranışının önüne. Demokrasi mücadelesi veren de vermeyen de, yolsuzlukla, haksızlıkla mücadele eden de etmeyen de aynı şekilde faydalanabilecektir mücadelenin sonuçlarından. 
Umut Özkaleli ile verdiğimiz temiz akademi mücadelesi, gelen (veya gelmeyen) tepkiler, ödediğimiz bedel ortada, o yüzden bu örneği daha fazla detaylandırmaya gerek görmüyorum (bilmeyenler google’dan araştırabilirler). Aylarca bok ve çöp içinde yüzen Lefkoşa’yı düşünün. Sağlık ve yaşam hakkını bu kadar yakından ihlal eden bir durumda bile kaç kişi düştü sokaklara? Hem sağlıklı yaşam haklarını hem belediye emekçilerinin haklarını savunmak için sokağa çıkan bir avuç insana polis müdahale ederken Lefkoşa halkı ne yaptı? Bazıları “bize rahatsızlık veriyorsunuz” diyerek arabalarından inip direnişçilere saldırdı. Aylardır sosyal haklarını, hatta maaşlarını alamayan belediye emekçilerini temsil eden sendika ne yaptı? “Uzatmaya gerek yok, geri çekilin” dedi başkan. Bağımsız örgütlenip oraya gelen halk direndi. Sol ideolojiyi temsil ettiğini iddia eden ana muhalefet partisi ne yaptı? Direnişi sahiplenemeyeceğini anlayınca, belediyedeki yolsuzlukların yıllardır sessiz ortağı olması eleştirilince, “benim önemli işlerim var, gitmem lazım” dedi başkan. 19 Temmuz KTHY direnişini düşünelim. Recep Tayyip Erdoğan’ın memleketi ziyaret ediyor oluşundan dolayı yoğun “güvenlik” önlemleri ve engellemeler olan bir günde, polisin şiddet kullanarak müdahale etme olasılığının yüksek olduğunu bile bile gitti oraya giden halk. Neticede yaralananlar oldu, tutuklananlar oldu. Sonra noldu? Bir avuç “örgütsüz” direnişçi “geri çekilmeyelim, direnelim, arkadaşlarımız yaralandı, tutuklandı” derken, sendikalar “bu kadar yeter, geri çekilin” emri verdi. Söndü gitti direniş. Sendikaların, “sol” partilerin torunlarına anlatacakları bir “kahramanlık” hikayesi kaldı geriye. E bu halk sizin sözünüzle yola çıkar mı bundan sonra? Neden çıksın? 2003 yılındaki kitlesel direnişin siyasi ranta dönüştürülmesine ve halkın yüzüstü bırakılmasına hiç girmiyorum bile.
Dönelim Direnişçi İkilemi’ne. Bilim diyor ki, halkın otoriteye (hele de silahlı otoriteye) karşı genelde direnememesi değil, zaman zaman nasıl direnebildiğidir açıklanması gereken. “Beleşçilik” (free-riding, “onlar mücadele etsin, ben nasıl olsa sonuçlarından faydalanacağım”) rasyonel bir davranıştır, buna alternatif geliştirmek ve direnmeyi bireyler için rasyonel hale getirmek düşünce ve hareket öncülerinin işidir. Gerçek bir demokrasi için bu ikilemin nasıl çözülebileceği üzerine kafa yormak elzemdir. Çünkü iktidara kim gelirse gelsin, bireysel düzeyde rasyonel olan davranışlar kolektif olarak zararlı sonuçlar doğurabileceğinden (devlet yapıları da belli bir toplum sözleşmesi çerçevesinde bu noktadan yola çıkararak kurulmuştur), halkın hesap soran ve gerektiğinde cezalandıran rolü oynayamadığı hiçbir sistem demokratik olamaz. İstediğiniz kadar seçim sistemi, parlementer/başkanlık sistemi tartışması yapın, hiçbir sistem, hiçbir siyasi parti veya kişi bundan muaf değildir. Peki nedir bu ikilemi çözme yolları? Halkın direnme olasılığını nasıl artırabiliriz?  
Mark Lichbach dört kategoriye ayırıyor çözüm yollarını: Ekonomik/piyasa, toplumsal, sözleşme ve hiyerarşi. Sırayla örnekleyelim. Sadece katılımcıların/üyelerin faydalanabileceği çıkarlar sunarak katılımı teşvik edebilirsiniz; sendikalar buna güzel bir örnektir ama sınırlı çıkar gruplarının tek başına gücünün yetmediği, kitlesel direniş gerektiren toplumsal meselelerde bunu uygulamak mümkün değildir. Katılım maliyetini düşürmek için de önlemler alabilirsiniz (seçimler için uçak kaldırırsınız, mitingler için otobüsleri doldurursunuz, vb.) ekonomik çözümler çerçevesinde. Toplumsal çözümler, “ortak anlayış” ve “ortak inanç” sistemlerine dayanır. Bir toplumda “ortak menfaat” inancı, diğerlerinin de sizin gibi dayanışma içinde hareket edeceğine ve yalnız bırakılmayacağınıza olan güven, direnişinizin daha sonra bireysel menfaatler için kötüye kullanılmayacağı inancı ne kadar yerleşmişse, direnişe katılma oranı o kadar yüksek olacaktır. Bunu artırmanın yolu, halkı “siz bireysel çıkar peşindesiniz, ortak menfaat için mücadele etmiyorsunuz!” diye aşağılamak değil, zaman zaman oluşan halk hareketlerini veya direnme iradesi gösteren “deli”leri yalnız ve yüzüstü bırakmamaktan geçer. (Daha teknik bir dille söylemek gerekirse, “tit for tat”: Bir kere delilik yapıp da sizinle dayanışanı bir kere yüzüstü bırakırsanız, bir sonraki adımda o da dayanışmayacaktır—Tekrarlamalı Mahkumun İkilemi). 
Bunu sözleşme çözümlerine de bağlayabiliriz. Halkı bir direnişe veya mücadeleye teşvik edenlerle halk arasında bir sözleşme oluşur, ille de yazılı olması gerekmez. Sözleşme tek taraflı ihlal edildiği anda artık geçerliliğini kaybeder. Halk da pılısını pırtısını toplar, evine döner, sağdan soldan tokat yediği bu adaletsiz sistemin içinde varolabilmenin gereği ne ise onu yapar, boyun eğer. Hiyerarşi çözümleri, liderlere ve formel örgütlenmelere dayanır. Karizmalarını, otoritelerini ve ellerindeki (veya “devrim olduğunda” vaad ettikleri) kaynakları kullanarak, bireylerin katılımını “teşvik” ederler. Örgütler doğru planlama ve taktiklerle, aralarında hiçbir formel koordinasyon olmayan gruplara oranla daha çok insan toplayabilir ve direnişin sürdürülebilirliğini sağlayabilirler. Bu liderlerin ve örgütlerin, direnişi kendi sınırlı menfaatleri veya siyasi rant için kullanma riski her zaman vardır; bu da gelecekte oluşması muhtemel kolektif hareketleri baltalayacaktır. Formel örgütlenmeler üstü veya bunlardan bağımsız halk hareketi oluşamaz mı? Daha zordur, daha çok zaman ve çaba gerektirir, ama bir kere oluştu mu da sindirmesi, siyasi rant için sağa sola çekilmesi daha zordur. Bugün Türkiye’de görüyoruz böyle bir anomik halk hareketini. Bir yandan otoriter kamu politikaları ve devlet yapısına karşı direnirken, diğer yandan hiçbir sınırlı çıkar grubunun veya siyasi güç odağının maşası haline gelmemeyi başardığı ölçüde etkili olacak bu direniş; gelecek her iktidara karşı halk iradesini ve demokrasiyi güçlendirerek sürdürülebilir bir halk menfaati sağlayacak.
Bahsettiğim bu sorun ve olası çözümler sadece halk direnişleri için değil, kolektif tüm hareketler, kamusal menfaatin ve kamusal mülkiyetin söz konusu olduğu her durumda geçerlidir (seçimler dahil). İnsanların bireysel iradelerini kullanıp, kendi belirledikleri kişisel öncelikler ve menfaatler doğrultusunda hareket etmesi aşağılanacak birşey değildir. Hatta, aile/örgüt/parti içindeki baskıcı iktidar ve vesayet ilişkilerinden (adını ister bütünlük, ister disiplin, ister demokratik merkeziyetçilik koyun, fark etmez) henüz kendini kurtaramamış olanlar için hedeflenmesi gereken bir durumdur. (Feminizm bunun için yargılama ve reçete vermeyi içermeyen etkin yöntemler geliştirmiştir, destek olabiliriz.) Eğer bireysel rasyonel davranışlar toplamda zararlı sonuçlar doğuruyorsa, bu bireylerden değil, sistemden kaynaklanan bir sorundur. Eğer bugüne kadar bu sistemi değiştirecek etkili bir halk direnişi oluşamadıysa veya bugüne kadar oluşan halk hareketleri hüsranla sonuçlandıysa, bu tabanla ilgili değil, muhalif düşünce ve hareket öncülerinin beceriksizliği veya kötü niyetiyle ilgili bir sorundur. Günü geldiğinde kendilerinden de hesap sorabilecek, siyasi zincirlerden ve menfaatlerden bağımsız halk iradesinden korkudur mesele.
Peki oy kullanmak rasyonel mi? Yoksa denize mi gitmeli? Bu yazıyı daha fazla uzatmayayım. Arkası yarın.

Ömür Yılmaz
7 Haziran 2013

No comments:

Post a Comment