Artık alışageldiğimiz siyasi kriz süreçlerinin bir tanesini daha geride
bırakıp (?) yeni bir erken seçim sürecine girerken, Kıbrıs Türk toplumunu
aşağılamaya yönelik “her halk hak ettiği gibi yönetilir” ve “başkası yapsın,
ben hazıra gonayım toplumu” eleştirileri yine rağbette. Beni tanıyanlar,
yazdıklarımı, söylediklerimi biraz olsun takip edenler bilirler, Kıbrıs Türk
toplumunun (toplum vs. topluluk tartışmasına hiç girmiyorum) sözcülüğünü veya
savunuculuğunu yapmak gibi hiçbir niyetim veya misyonum yok. Ancak bir siyaset
bilimci gözüyle, öz-eleştiri seviyesini aşıp toplumun öğrenilmiş çaresizliğini
pekiştiren öz-nefret boyutuna varan (ki bunlar uzun yıllardır içinde yaşanan
militarizm, şiddet ve sömürge sisteminin doğal bir sonucudur) yaklaşımların
karşısında birkaç laf etmeden duramadım.
Sosyal ikilem—bireysel düzeyde rasyonel olan davranışların kolektif olarak zararlı
sonuçlar doğurabilmesi—ve bu ikilemi çözme yolları toplumsal hayatın her
alanını etkileyen, ekonomi ve siyaset bilimini en azından son yüzyıldır oldukça
meşgul eden bir mesele. Basit bir dille, bireysel ve kolektif çıkarlar
arasındaki çatışma var bu sorunun kökünde; bireylerin farklı şekilde
davranmaları durumunda hem toplam çıkar hem her aktörün bireysel çıkarı daha yüksek
olabilecekken, var olan şartlarda rasyonel davranışın buna izin vermemesi. (Daha teknik bir terminolojiyle, aktörlerin
rasyonel hareketlerinden ortaya çıkan Nash dengesinin Pareto optimal olmaması
durumu.) Bunun en yaygın kullanılan örneklerinden birisi Mahkumun İkilemi
durumudur: İki çete üyesi tutuklanırlar ve ayrı sorgu odalarına alınırlar.
Polisin asıl suçtan bu şahısları mahkum ettirmek için elinde yeterince delil
yoktur. Birbirlerini ele vermezlerse ikisini de daha hafif bir suçtan
yargılatabilecekler. İki mahkuma da ayrı ayrı “diğerini ele ver, sen serbest
kal, yoksa 1 yıl yiyeceksin” diyorlar. Sadece bir mahkum ele verirse, o serbest
kalacak, diğer mahkum büyük cezayı yiyecek. Mahkumların birbirleriyle iletişimi
olmadığından, olsa bile neticede “benim alakam yok, o yaptı” diye ifade
vermeyeceklerinin garantisi olmadığından (“güvenilir taahhüt” problemi), ikisi
için de rasyonel davranış diğerini ele vermektir. Neticede hiçbiri diğerini ele
vermese, hem iki mahkum ayrı ayrı hem de toplamda daha az ceza alacak olsalar
bile, bireysel rasyonel davranış bu ortak çıkarın önüne geçmektedir. Böyle bir
durumda “ama ortak çıkarı düşünsünler” diye salık vermek abesle iştigal
etmekten başka birşey değildir çünkü karşı tarafın ele vermesi durumunda bir
mahkumun sessiz kalması onun en büyük cezaya maruz kalmasına sebep olacaktır. Çözüm
yok mudur? Vardır. “Oyun”un kurallarını değişip, dayanışmayı bireyler için
rasyonel hale getirebilirsiniz. Bu senaryo bize uzak gibi gelse de aslında
günlük ve toplumsal hayatımızda yaşadığımız birçok durumu temsil eden bir
modeldir.
Kıbrıs Türk toplumunun çok eleştiriye maruz kaldığı bir konuda daha somut
bir sosyal ikilem örneği verelim. Direnişçi İkilemi (Rebel’s Dilemma): Bir
isyanın/direnişin başarılı olması genelde direnişçilerin sayısıyla doğru
orantılı olsa da, direnişin parçası olmak bireysel düzeyde rasyonel değildir.
Neden? Olası maliyeti, riskleri yüksektir. Direnişin konusuna ve yöntemine göre
işsiz kalabilirsiniz, sürülebilirsiniz, tartaklanabilirsiniz, tutuklanabilirsiniz...
Aynı sorundan müzdarip insanlar sessiz kalmayı, hatta sizi eleştirmeyi,
suçlamayı seçerse büyük bir bedel ödeyeceğiniz kesin. Maliyetten daha da önemlisi,
direniş başarılı olduğunda elde edilecek
yararın kamu malı olması, yani direnişe katılanın da katılmayanın da aynı
şekilde faydalanacak olmasıdır. Sokak aydınlatması, yollar, devlet sağlık
ve eğitim sistemi gibi düşünün. Vergisini veren de vergi kaçıran da aynı
şekilde faydalanabiliyor bu hizmetlerden; devlet mekanizmaları takip ve cezai
uygulamalar getirerek geçebilir ancak bu rasyonel “beleşçilik” davranışının
önüne. Demokrasi mücadelesi veren de vermeyen de, yolsuzlukla, haksızlıkla
mücadele eden de etmeyen de aynı şekilde faydalanabilecektir mücadelenin
sonuçlarından.
Umut Özkaleli ile verdiğimiz temiz akademi mücadelesi, gelen
(veya gelmeyen) tepkiler, ödediğimiz bedel ortada, o yüzden bu örneği daha
fazla detaylandırmaya gerek görmüyorum (bilmeyenler google’dan
araştırabilirler). Aylarca bok ve çöp içinde yüzen Lefkoşa’yı düşünün. Sağlık
ve yaşam hakkını bu kadar yakından ihlal eden bir durumda bile kaç kişi düştü
sokaklara? Hem sağlıklı yaşam haklarını hem belediye emekçilerinin haklarını
savunmak için sokağa çıkan bir avuç insana polis müdahale ederken Lefkoşa halkı
ne yaptı? Bazıları “bize rahatsızlık veriyorsunuz” diyerek arabalarından inip
direnişçilere saldırdı. Aylardır sosyal haklarını, hatta maaşlarını alamayan
belediye emekçilerini temsil eden sendika ne yaptı? “Uzatmaya gerek yok, geri
çekilin” dedi başkan. Bağımsız örgütlenip oraya gelen halk direndi. Sol
ideolojiyi temsil ettiğini iddia eden ana muhalefet partisi ne yaptı? Direnişi
sahiplenemeyeceğini anlayınca, belediyedeki yolsuzlukların yıllardır sessiz
ortağı olması eleştirilince, “benim önemli işlerim var, gitmem lazım” dedi başkan.
19 Temmuz KTHY direnişini düşünelim. Recep Tayyip Erdoğan’ın memleketi ziyaret
ediyor oluşundan dolayı yoğun “güvenlik” önlemleri ve engellemeler olan bir
günde, polisin şiddet kullanarak müdahale etme olasılığının yüksek olduğunu
bile bile gitti oraya giden halk. Neticede yaralananlar oldu, tutuklananlar
oldu. Sonra noldu? Bir avuç “örgütsüz” direnişçi “geri çekilmeyelim, direnelim,
arkadaşlarımız yaralandı, tutuklandı” derken, sendikalar “bu kadar yeter, geri
çekilin” emri verdi. Söndü gitti direniş. Sendikaların, “sol” partilerin
torunlarına anlatacakları bir “kahramanlık” hikayesi kaldı geriye. E bu halk
sizin sözünüzle yola çıkar mı bundan sonra? Neden çıksın? 2003 yılındaki
kitlesel direnişin siyasi ranta dönüştürülmesine ve halkın yüzüstü bırakılmasına
hiç girmiyorum bile.
Dönelim Direnişçi İkilemi’ne. Bilim diyor ki, halkın otoriteye (hele de
silahlı otoriteye) karşı genelde direnememesi değil, zaman zaman nasıl
direnebildiğidir açıklanması gereken. “Beleşçilik” (free-riding, “onlar
mücadele etsin, ben nasıl olsa sonuçlarından faydalanacağım”) rasyonel bir
davranıştır, buna alternatif geliştirmek ve direnmeyi bireyler için rasyonel
hale getirmek düşünce ve hareket öncülerinin işidir. Gerçek bir demokrasi için
bu ikilemin nasıl çözülebileceği üzerine kafa yormak elzemdir. Çünkü iktidara
kim gelirse gelsin, bireysel düzeyde rasyonel olan davranışlar kolektif olarak
zararlı sonuçlar doğurabileceğinden (devlet yapıları da belli bir toplum
sözleşmesi çerçevesinde bu noktadan yola çıkararak kurulmuştur), halkın hesap
soran ve gerektiğinde cezalandıran rolü oynayamadığı hiçbir sistem demokratik
olamaz. İstediğiniz kadar seçim sistemi, parlementer/başkanlık sistemi
tartışması yapın, hiçbir sistem, hiçbir siyasi parti veya kişi bundan muaf
değildir. Peki nedir bu ikilemi çözme yolları? Halkın direnme olasılığını nasıl
artırabiliriz?
Mark Lichbach dört kategoriye ayırıyor çözüm yollarını: Ekonomik/piyasa,
toplumsal, sözleşme ve hiyerarşi. Sırayla örnekleyelim. Sadece
katılımcıların/üyelerin faydalanabileceği çıkarlar sunarak katılımı teşvik
edebilirsiniz; sendikalar buna güzel bir örnektir ama sınırlı çıkar gruplarının
tek başına gücünün yetmediği, kitlesel direniş gerektiren toplumsal meselelerde
bunu uygulamak mümkün değildir. Katılım maliyetini düşürmek için de önlemler
alabilirsiniz (seçimler için uçak kaldırırsınız, mitingler için otobüsleri
doldurursunuz, vb.) ekonomik çözümler çerçevesinde. Toplumsal çözümler, “ortak
anlayış” ve “ortak inanç” sistemlerine dayanır. Bir toplumda “ortak menfaat”
inancı, diğerlerinin de sizin gibi dayanışma içinde hareket edeceğine ve yalnız
bırakılmayacağınıza olan güven, direnişinizin daha sonra bireysel menfaatler
için kötüye kullanılmayacağı inancı ne kadar yerleşmişse, direnişe katılma
oranı o kadar yüksek olacaktır. Bunu artırmanın yolu, halkı “siz bireysel çıkar
peşindesiniz, ortak menfaat için mücadele etmiyorsunuz!” diye aşağılamak değil,
zaman zaman oluşan halk hareketlerini veya direnme iradesi gösteren “deli”leri
yalnız ve yüzüstü bırakmamaktan geçer. (Daha teknik bir dille söylemek
gerekirse, “tit for tat”: Bir kere delilik yapıp da sizinle dayanışanı bir kere
yüzüstü bırakırsanız, bir sonraki adımda o da dayanışmayacaktır—Tekrarlamalı
Mahkumun İkilemi).
Bunu sözleşme çözümlerine de bağlayabiliriz. Halkı bir direnişe
veya mücadeleye teşvik edenlerle halk arasında bir sözleşme oluşur, ille de
yazılı olması gerekmez. Sözleşme tek taraflı ihlal edildiği anda artık
geçerliliğini kaybeder. Halk da pılısını pırtısını toplar, evine döner, sağdan
soldan tokat yediği bu adaletsiz sistemin içinde varolabilmenin gereği ne ise
onu yapar, boyun eğer. Hiyerarşi çözümleri, liderlere ve formel örgütlenmelere
dayanır. Karizmalarını, otoritelerini ve ellerindeki (veya “devrim olduğunda”
vaad ettikleri) kaynakları kullanarak, bireylerin katılımını “teşvik” ederler. Örgütler
doğru planlama ve taktiklerle, aralarında hiçbir formel koordinasyon olmayan
gruplara oranla daha çok insan toplayabilir ve direnişin sürdürülebilirliğini
sağlayabilirler. Bu liderlerin ve örgütlerin, direnişi kendi sınırlı
menfaatleri veya siyasi rant için kullanma riski her zaman vardır; bu da
gelecekte oluşması muhtemel kolektif hareketleri baltalayacaktır. Formel
örgütlenmeler üstü veya bunlardan bağımsız halk hareketi oluşamaz mı? Daha
zordur, daha çok zaman ve çaba gerektirir, ama bir kere oluştu mu da
sindirmesi, siyasi rant için sağa sola çekilmesi daha zordur. Bugün Türkiye’de
görüyoruz böyle bir anomik halk hareketini. Bir yandan otoriter kamu
politikaları ve devlet yapısına karşı direnirken, diğer yandan hiçbir sınırlı
çıkar grubunun veya siyasi güç odağının maşası haline gelmemeyi başardığı
ölçüde etkili olacak bu direniş; gelecek her iktidara karşı halk iradesini ve
demokrasiyi güçlendirerek sürdürülebilir bir halk menfaati sağlayacak.
Bahsettiğim bu sorun ve olası çözümler sadece halk direnişleri için değil,
kolektif tüm hareketler, kamusal menfaatin ve kamusal mülkiyetin söz konusu olduğu
her durumda geçerlidir (seçimler dahil). İnsanların bireysel iradelerini kullanıp, kendi
belirledikleri kişisel öncelikler ve menfaatler doğrultusunda hareket etmesi
aşağılanacak birşey değildir. Hatta, aile/örgüt/parti içindeki baskıcı iktidar
ve vesayet ilişkilerinden (adını ister bütünlük, ister disiplin, ister
demokratik merkeziyetçilik koyun, fark etmez) henüz kendini kurtaramamış
olanlar için hedeflenmesi gereken bir durumdur. (Feminizm bunun için yargılama
ve reçete vermeyi içermeyen etkin yöntemler geliştirmiştir, destek olabiliriz.)
Eğer bireysel rasyonel davranışlar toplamda zararlı sonuçlar doğuruyorsa, bu
bireylerden değil, sistemden kaynaklanan bir sorundur. Eğer bugüne kadar bu
sistemi değiştirecek etkili bir halk direnişi oluşamadıysa veya bugüne kadar
oluşan halk hareketleri hüsranla sonuçlandıysa, bu tabanla ilgili değil, muhalif
düşünce ve hareket öncülerinin beceriksizliği veya kötü niyetiyle ilgili bir
sorundur. Günü geldiğinde kendilerinden de hesap sorabilecek, siyasi
zincirlerden ve menfaatlerden bağımsız halk iradesinden korkudur mesele.
Peki oy kullanmak rasyonel mi? Yoksa denize mi gitmeli? Bu yazıyı daha
fazla uzatmayayım. Arkası yarın.
Ömür Yılmaz
7 Haziran 2013
No comments:
Post a Comment